Avuç içi kadar mutluluk yeter
Pozitif olmak, "mutluymuş" gibi davranmak değil, mutsuzlukta bile bir anlam bulmaktır.
Acılarımıza rağmen, her yeni günün bize sunduğu küçük mucizeleri fark etmeyi sevmektir. Bir dostun sıcak gülümsemesi, kahvenin kokusu, bir sokak köpeğinin patilerinin şefkati bile o günün güzelliklerini hatırlatabilir. Çünkü pozitiflik, anı fark etmek, her anın içindeki iyiliği görebilmektir.
Ne diyordu Mevlana; “Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.”
Mutlaka her insanın unutamayacağı bir güzellik var, o da insanın insandan gördüğü yürekten sevgidir. Sevmek mücadele isteyen ağır bir iştir.
Adam özlediğinde bahane üreterek gün içinde arar özlem giderirdi. O gün beşinci arayışı oluyordu.
-Kadın: Gülümseyerek senin işin gücün yok mu?
-Adam: Şu an çok ciddi bir iş yapıyorum. Seni sevmek en önemli işim.
İşi zordu. Sürekli sorunlarla mücadele içinde idi. İnsanın olduğu yerde sorunlar bitmiyordu. Çözüm odaklı, kibar, barışçı yapıya sahip olduğundan her şeyin üstesinden geliyordu da bunu bir de sözde değil de saygı duyarak bir de o anlayabilse idi.
İstekleri, arzuları yerine geldiğinde tadından geçilmiyordu. O anlarda sesi dahi pozitiflik aşılar, adama terapi olurdu. Adamın böyle anlarda iş yerindeki sorunlar, sorun olmaktan çıkar, suya atılmış şeker gibi çözülürdü.
İş kolik diyorlardı ancak diğer yönüyle de aşk adamı idi. Küçük sürprizlerle şaşırtır, çiçek gönderir, hediye alır, sıkıldığı hissettiğinde sevdiği eylemleri yapardı. Kazancı çok fazla değildi. Bu sebeple sürekli kredi kullanırdı. Çünkü korkardı, kaybetmekten…
Biliyordu ki; yok dediğinde ses tonunu değişecek, ‘Arkadaşım önerdi. Birisi varmış, fotoğrafımı görmüş, çook varlıklı ne isterse alırım, demiş’ tehditliyle karşılaşacaktı. Duymamak için tamam diyerek yeni bir krediye başvurur, kendinde tutardı.
Böyle seviyordu. Âşıktı, seviyordu. Kadın ise, kadınlığını verdiği söyleyerek görevi olarak nitelendiriyordu.
Birlikte olduklarında dahi, aralıksız bildirimler geldiğinden telefonunu yanında ayırmıyor, tuvalette de yanında bulunduruyordu. Birileriyle sosyal medyadan yazıştığını biliyor, adamın içi yanıyordu. Öyle anlarda adamın yüzü düşüyordu. O’nu onun silahıyla vurmaya yemin etti. İnadına onunla olmayan fotoğraflar, alakasız paylaşımlar yapmaya başladı.
Mutlu değildi. Karşılıksız bu sevginin ömrünü tamamladığını düşünmeye başlamıştı. Anlamıştık ki olmayınca olmuyordu. Yüzünde gülümseme, kalbinde umut olan basit şeylerle mutlu olmak yetiyordu. Avuç içi kadar mutluluk yeterdi de, sevdiği kadın söylemlerindeki gibi değildi. Daha fazlasını istiyordu.
Çalışmasın, gündüz uyusun, gece sabaha kadar mesajlaşsın, hafta bir gece dışarda restaurantta rakı içsinler, disko barlara gitsinler, lüks otellerde kalıp tatil yapsınlar, arabası olsun, yemekle uğraşmasın, maliyeti düşük saçmalığıyla dışardan kahvaltı, yemek siparişleri versin…
Bu kez denize değil de okyanusun derinlerine adeta dalmıştı. İlk buluşmalarında restaurantta gitmişlerdi. Çıkışta kadının ‘evine gidelim’ teklifi karşısındaki şaşkınlığını hatırladı.
O Hatırlamaz, bazen minnetle, bazen küfrederek, yaşlı gözlerle o gece hüzünlü solumalarını, cılız kollarımla alev gibi yanan bedenine sarıldığımı ve ay ışığının ağaçların dallarını aralayarak sızdığı gecelerde mesaj yazarken memelerinin bomba dürtüsüyle parmaklarının çarşafla oynadığını, sevgiye aç adamın anlatılanlarının çoğunun yalan olduğunu anlayamadığı gibi.
Keşke o’na verdiğim sevdiğinin yarısı kadarıyla köpek sevmiş olsaydım, eminim bu kadar kirletmezdim onurumu, incitmezdim gururumu! Bunları içinden söylerken, Allah’ın değirmeni ağır döner, ama ununu ince eler..diye fısıldadı.
Bu sözde ki gibi tek bir “ama” kendinden önceki yüzlerce cümleyi hükümsüz kıldığını anlayabiliyordu. Tam da bu nedenle yıllarca fedakârlıklar etmiş, her şeye tamam demişti.
Üşüdüğünü hissetti. Bedeni zayıflamaya başladığından dizleri vücudunun ağırlığını taşıyamıyor, sızlıyordu. Güçlükle oturduğu yerden kalktı.
Ekimdi.
Victor Hugo’nun “aşk ya siyahtır, ya da beyaz, aşkın grisi yoktur” sözü, soğuk bir Sonbahar sabahında Ankara’da tahta masada, kahvaltı yapıp, sıcak kahvelerini yudumladıkları o gün gibi ilişkileri de keşke gri olmasaydı da adını “sevgi” koysaydılar.
Maalesef, papatya olan kalbi kaktüse çevrilmişti. Yaratana inancı gibi günü geldiğinde vuslatına yürüdüğü yolda, yeryüzünün öğretmeni olabilmek için, gökyüzünün öğrencisi olacaktı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “İSTİKBAL GÖKLERDEDİR”