Kadın izlenen bir meta değil aranan bir vahadır!
Bir kadının serüveni, daha doğmadan evvel “pembe” rengiyle başlar fakat; hayatın rengiyle, cinsiyetin rengi çoğu zaman örtüşmez. Öyle ya kainattaki her şey zıttı ile kaimdir. Siyah, siyahlığını beyaz olmadan bilemez; gece, geceliğini gündüz bitmeden giyemez ya hani, kadın da öyledir.
Kadın, Allah’ın nurundan bir yansımadır. Kadın, Hakk’ın cemal tecellisidir. Yaradılış (fizyolojik) açısından her ne kadar erkeğin üstünlüğü ön planda tutulsa da, hakikat babında kadının önemi yadsınamaz. Maddi ve manevi her açıdan kadın; istenilen, kendisiyle hayat bulunan, eş, kardeş, arkadaş, dost sıfatlarıyla yoldaşlığına ihtiyaç duyulan, şifa kaynağıdır.
Ona celallenmenin, onu hor görmenin ve onu incitmenin aklın ve kalbin ortaklığını bozacağını, hakikate ters düşeceğini ve insanın vicdan aynasını kirleteceğini unutmamak gerekir. Aklın ve kalbin tasarrufundan kendini azat eden kişi, nefsinin esiri olmaktan kurtulamaz.
Geçmişten günümüze dek, adına şarkılar ve türküler bestelenmiş, kimi zaman; huzurun, kimi zaman da özlem ve hüznün sesi soluğu, olmuştur kadın.
Duyguların zirveye çıktığı anda; aşkına hudut çizilemeyen, “Mihriban” iken; bazen de gelenden gidenden haberi sorulan “Zahide” olmuştur. Kimi şarkılarda “huysuz ve tatlı kadın” diye anılırken; kimin de de cennet bahçesine düşen yağmur damlası “Tuana” dır. Kiminde mavi kelebeklerin bal özütü “Lavinya”, kiminde güçlü bir karakterin temsili “mimoza çiçeği”; kiminde “yollarda bulunması” ümit edilen kiminde de “adı bahar” olmuştur. Öyleleri de vardır ki; zirvede açan cesur bir “Kardelen”dir. Uğrunda güneş olunan, nefes olunan, ateş olunan ve adı aşkla eş değer tutulan, duygudur kadın!
Bunların yanı sıra daha yolun başındayken kadının tüm rolleri önceden biçilmiştir; oturması kalkması, terbiyesi… Ev işlerinde yardımcı olması zaruriyet görülmüş, daima alttan alması gerektiği vurgulanmış; aynı zamanda da başarılı olması beklenmiş, çoğu zamanda başarılı olma şansı bile verilmemiş, bireydir kadın. Büyüdükçe, yeni yeni görev ve roller belleğine yüklenmiştir; geçim ehli bir eş, iyi bir anne, saygılı ve hizmetli bir gelin derken, aynı zamanda da bakımlı olması beklenmiştir kadından. Bu surette “kocasını elde tutmak” gibi zorlu bir mücadeleye girer kadın!
Hep sormuşumdur kendime; bunca beklentinin içinde kendini kaybeden kadın nasıl kendinin farkına varabilir ki? Kendini tanıyamamış, kendine yeteri kadar saygı duyamamış bir kadına nasıl saygı duyulur ki?
Aynaya baktığında bir kadın, evvela kendinin içi açılmalıdır! Saçlarını her gün yeniden taramalıdır mesela. Yalnız başına kahve içerken, yemek yerken de aynı özeni göstermelidir kendine.
Kendini, kendinde misafir gibi ağırlamalıdır kadın! Gelişi güzel yaşamamalıdır mesela! Dışarıya yataktan kalktığı eşofmanlarla çıkmamalı, terliğini çantasında taşımalı adeta bir İstanbul hanımefendisi edasıyla… Bedenini ve ruhunu yalın ayak bırakmamalıdır kadın! Kendini öyle güzel doldurmalıdır ki, dedikodu değil fikir üreten; girdiği her ortamda sözü pür dikkat dinlenen olmalıdır!
Unutulmamalıdır ki; amiyane bir lisan, kadının kendi kimliğine döşediği mayındır.
Çünkü, bir kadına yakışan en güzel mücevher zarafettir. Hiç kimse için değil; yalnızca kendi için, kendine saygı duymalı kadın! Kendini önemsemek ve başkalarından beklenti içine girmemek, kadının yeterlilik duygusunu büyütür ve böylelikle hadiseler karşısında yıpratılamayan, güçlü bir psikolojiye de sahip olur.
Zaten beklentiler değil midir kadının ümidini kıran, hayallerini yıkan? Ne kadar feda etmişse o kadar çok bekler ve bu bekleyişlerde kendi kendini ziyan eder.
Öz bakımından tutun da, işindeki başarısından, evine gösterdiği titizliğe kadar, üstlendiği her sorumlulukta kendi üzerine düştüğü kadarıyla yetinmeyi bilmesi gerekir bir kadının. Eşinin, çocuğunun, kardeşlerinin hatta patronunun bile rolünü üstlenmemeli “elinden gelenin fazlasını yaparak” kendini fazlaca feda etmemelidir.
Bir nehir gibi, çağlamalıdır kadın! Bir dal gibi, büyüdükçe kendine eğilmelidir. Kuytuda kalmak yakışmaz ve yas hiçbir vakit yaraşmaz kadına. İnsanların yorduğu naif gönlü, tenha duvarların aynasında durulur. Mevsimlerden de en çok yaz yakışır kadına ve en çok yazı sever bir kadın! Çünkü ana yüreği sıcaklığından hissesi vardır. Merhametiyle sadece kendini değil, etrafını da ısıtır. Azcık güneş vursa yüzüne, dalları çiçek açar!
Bir köşede unutulmuş hatıra gibi, hayatı silik yaşayan kadınlar da var. O kadınlar ki; kitaplar arasında kurutulmuş bir çiçek misali, kuytuda büyütürler kendilerini! Bilinçli ya da bilinçsizce toplum, kadını hep ikincil statü sahibi yapmıştır. Ezilen, baskı gören, mecburiyetleri olan kadın; yaşam içinde devamlı mücadele ve kendini kanıtlama içinde olmuştur.
Modern- geleneksel; eğitimli- eğitimsiz diye kategorize edilmiş kadın, aynı zamanda olumlu ve olumsuz atıflarında muhatabıdır.
Tüm bu olumsuz söylemlere karşın, kırmızı çizgileri olmalıdır kadının! Dış müdahalelere adeta: “Yerini bil!” dercesine, haddini bildiren; özelini, genelden muhafaza eden bir tonda, çizgileri olmalıdır!
Bir söylem Psikologu olan Nigel Edley, cinsiyet rollerini: “Bir anlamda içine akıttığımız, kapların şeklini alan jöle gibi olduğunu ve o jölenin hiçbir zaman donmadığını” ifade eder. Sosyo-dinamik çevrede “kadın” tıpkı Edley’in de dediği gibi tekrar tekrar pratiğe dökülen söylemler nedeniyle sınırlandırılmaktadır.
Oysa ki kadın, fail olmalıdır. Fiili bizzat yapan kişi... Yönlendirilen değil yön veren bir gücün temsilcisidir ve öyle ki toplumun ve sosyal düzenin de koruyucusudur kadın.
Vizyon sahibi olmak, ne de yakışır kadına! Kimliğini, zamanın şartlarında güncelleyen ama asla özünden ve köklerinden kopmayandır, kadın! Kendinden taviz vermesi gerekmeyen, bedeninin kokusuyla yahut vücut ölçüleriyle kitleleri ardından sürüklemeyen; hizalı ve mizanlı duruşuyla, aklını vicdanının sofrasında besleyerek, kitlelere ışık tutandır kadın! Zarafet, görsellikten ibaret değildir elbette. Zarafeti içselleştirerek onu bir yaşam tarzı haline dönüştürmek de yaratılmışlar içinde en çok kadına yakışır.
Maalesef, kadın bedenini düşünecek olduğumuzda; kapitalist piyasa mekanizması, mahremiyetin boyutlarını iyice indirgemiş; böylece kadın, “deşifre” edilerek ticarileştirilmiştir.
Bu bağlamda kadının, “tüm güçlü” yani omnipotant vizyonuna sahip olması ve kendini korumayı, yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmeyi öğrenmesi gerekir. Kısacası, kendi hayatına sahip çıkmalıdır kadın!
Baskıdan, şiddetten ve diğer kadın argümanlarından sıyrılarak, müstesna yaradılışını tekerrür etmeli ve unutturulan değerini kendine sıklıkla hatırlatmalıdır. Haddi zatında kadın, müstesna özünden uzaklaşmamak ve olumlu pratiklerle “gelecekteki kadın” tasvirine gölge düşürmemek adına, ciddi tedbirler almalıdır.
Birçoğumuz yıllar evvel yaşamış anneanne ve babaannelerimizin hatıralarını özlüyor ve onların yaşantılarındaki zarafeti, yaşadığımız devrin içinde ne mümkündür ki bulamıyoruz. Bizden sonraki nesillere “kadın olmanın” değerini hakkıyla izah edecek yadigarlar bırakabilmemiz için, kadınlık onurunu korumamız gerek.
Kızlarımızın, “gelecekteki kadın” anlamını şimdiden muhafaza ederek oluşturmaları, yüreklerini geçmişe vefayla doldurmalı, âdeta nesilleri birbirine bağlayan sağlam bir zincir olmaları için lütfen ama lütfen inci tanesi kızlarımıza ve kadınlarımıza sahip çıkalım.
Vesselam.