Bir hikaye bir mutluluk
Merhaba sevgili dostlar...
Malum tatildeyiz. Bayram, sıcak günler, yazın getirdiği heyecan ve tatlı telaşlar derken; ekonomiden, siyasetten, iç bunaltan birçok şeyden uzakta biraz edebiyattan, hikayelerden söz etmekte ve hatta hikayeler paylaşmakta fayda görüyorum.
Bugün sizleri çok sevdiğim Türk edebiyatının konu öykü olduğu zaman en önemli isimlerinin başında gelen Sait Faik Abasıyanık'ın; 'Panço'nun Rüyası' hikayesiyle başbaşa bırakmak istiyorum...
Panço'nun Rüyası
Evin içinde garip şeyler dönüyordu. Görünüşte her zamanki gibi idi sesler, çağırışlar, yemek zamanları, hatta yüzler. Keşke bütün eşyalar yer değiştirmiş, sesler kısılmış, yemek zamanları değişmiş olsaydı da bu her şeyin her zamanki yerindeliğine bile karşı gelen hava olmasaydı. İnsan beklerdi o zaman masaların, bardakların, iskemlelerin yerlerinde yer etmesini. Hayır, her şey yerli yerinde idi. Küçük kardeşim sabahleyin aynı saatte uyanıyor. Çay aynı dakikada kaynıyor, küçüğün sefertasına konacak ekmeğin kokusu yatakta burnuna geliyordu. Sobanın başına çöken küçük, kendi halinde, mütevazi ve sevimli sabahımız aynı idi. Babam:
— Yavaş yavaş kalkıp giyinmeli, diyordu.
Konsolun üstündeki saat sekiz buçuğu dört geçerken annem bana sesleniyordu.
— Hadi bakalım Panco, baban hazırlanıyor.
Ben her zamanki gibi homurdanıyor, sağdan sola dönüyorum. Gözlerim açık şunu bunu, bir arkadaşımı, öğle paydosunu, akşama gideceğim sinemayı düşünüyorum.
Bu sefer babam çıkışıyordu:
— Panco, eşek Panco! Tembel Panco! Geç kalacağız.
Eşek ve tembel kelimelerindeki dostluğu her zaman hatırlayacağım.
Ben yirmi bir yaşındayım. Babam kırk. Kardeş gibiyizdir. Bazı benden genç bile gösterir. Babam dülgerdir. Ben elektrikçiyim. Beyoğlu’nun çamurlu bir sokağında otururuz. Akşamüstleri işi bitirir bitirmez cadde üstünde bir kahveye koşar, kumar oynarım. Babam bilir, aldırmaz. Bütün haftalığımı bir günde verdiğim olur. Sonra ateş gibi çalışırım. Yalnız sabahları işte böyle bir türlü uyanamam.
Bir zaman işsiz kalırız. Bu aylarca sürer. İşte o zaman imdadıma sen yetişirsin.
Küçüğün defterini kitabını sen aldın. Bileğimdeki saat senin. Şu gömleğimi de sana borçluyum.
Verdiğin üç beş kuruş, kumarda üç beş lira olur. Ben de yukarda saydıklarımı gider alırım. Babam tanıdığı bir iki dükkânda beş on kuruş karşılığında işler görür. Ben saat ona doğru kalkarım. Doğru kahveye. Babam bunu bilir. Ama ses etmez. Bu garip, çalışırkenkinden daha başka türlü refah havasına kaşının arasında derin bir çizgi ile katlanır. Ama bir gün bile o çok sevdiğim şarkıyı söylemez.
Pando mazi,
Ta vri stomaste
Pando mazi.
Evin havası böyle günlerde mi değişir sanırsınız. Hayır, belki eve hafif bir sessizlik oturur, oturur ama ben oldukça şen ve mesut olduğum için ev halkının durgunluğunu gideririm. Geceleri geç dönerim. Seninle tiyatrolara filan gideriz. Ben prafanın başında gecikirim. Ama saat kaç olursa olsun eve döndüğüm zaman sönmüş mangallardan, babamın ve anamın ve küçük kardeşimin nefesinden doğmuş havaya girdim mi dünya benimdir. Uyuyuveririm. Uyumadan evvel bir ara seni düşünürüm. İyisindir, hoşsundur ama kafamı kızdıran bir şey de vardır sende. Ne olduğunu ben de bilmem. Geçen hafta bir rüya gördüm. İki kişi bir yolda gidiyorlardı. Birini sana benzettim. Yanındaki kim acaba, diye koşup baktım. Ne tuhaf yanındaki ben değil miydim!
— Yahu nereye gidiyorsunuz? dedim gözümle.
Sen cevap vermedin. Ben benden ayrı bir ben olabileceğini, bunun da ancak rüyada mümkün olabileceğini düşündüm. Bir şeyler söylemek istedim. Ama seninle beraber olan ben:
— Sana ne, dedi, nereye gidiyorsak gidiyoruz.
Cevap vermek istedim. Benden ayrı olan ben konuşabildiği halde ben konuşamıyordum. Rüyamın içinde rüyada olduğumu anladım. Kendimi zorladım. Nihayet bağırabilmişim. Küçük kardeşim:
— Ne oldun ağabey, dedi.
Acaba ne diye bağırmıştım. Merak içinde idim.
— Ne dedim ben, ne dedim ben Kalyopi? dedim.
— Anlaşılmıyordu ağabey, dedi.
İşte o günün sabahı evin içinde her şey yerli yerinde olduğu halde, sesler, konuşmalar hep aynı olduğu halde bir şey değişti. Birdenbire her şeyi daha çok seviverdim. Birdenbire içimden bir büyük korku ve baskı kalktı. Odadaki karmakarışık eşyayı, her şeyimi topladım. Sekize çeyrek kala sobanın başında idim. Babam daha kalkmadı. Annemle küçük kardeşim beni görünce erken kalkışıma sevindiler.
— İş mi buldun Panco? dediler.
— Yok, dedim.
— Neden erken kalktın öyle ise.
Darılmış gibi yaptım.
— İsterseniz yeniden gidip yatayım, dedim.
Yırtık pijamamın sarkan paçalarına sarıldılar. Zorla oturttular. Elime çay bardağını verdiler. Bir dilim kızarmış ekmeğin üstüne beyaz peynir koyup tutuşturdular elime.
Kardeşim:
— Dün gece ağabeyim bağırdı, dedi, anneme.
Annem:
— Bağırdı mı dedi. Ne diye bağırdı?
— Anlamadım, dedi küçük kardeşim, ama çok bağırdı. Babam içeri girdi. Ne iyi adamdı. Ne tatlı adamdı. Ne dost, ne arkadaş adamdı babam.
— Oo! Panco, dedi, bugün erkencisin.
Ceplerini aradı.
— Paketi yukarda bırakmışım, getiriversene, dedi.
Bir koşu gittim. Kendi cebimden senin bana verdiğin o güzel cıgaralardan artanını getirdim.
— Oo! Bu cıgaraları nerede buldun? dedi.
— Bir arkadaşım verdi, dedim.
— Ha, dedi, bugün benimle geleceksin. Bir bodrum merdiveni tamir edeceğim. Sen de odunlukların elektrikleri bozulmuş, onları yaparsın.
Beraberce evden çıktık. Yolda sana rastladık. Erken erken nereye gidiyordun öyle. Öyle tuhaf tuhaf baktın ki, sen uzaklaştıktan sonra çok güldüm.
— Ne gülüyorsun? dedi babam.
— Hiç, dedim.
Halbuki seni düşünüyordum. Tıpkı dün akşam rüyamdaki ben gibi idin. Yalnız bir fark vardı. Koşup bana gözlerinle:
— Nereye gidiyorsunuz, beni de alın, diyememiştin. İşten çıkınca bir kahveye koşup prafaya oturduğum zaman yine aklıma geldin. Yine güldüm.
O akşam erkenden eve döndüm. Balık kızartmıştı annem. Yedi uskumru yedim. Babam bir şişe bira almıştı. Bir bardak bira içtim. Patates haşlamışlar gündüzden. Buz gibi soğumuştu. Onları da yedim. Sobanın başına kıvrıldım. Elime küçük kardeşimin kitabı geçti. Bir şey anlamadan okumaya daldım. Mesuttum. Bu saadeti bana sen vermiştin. Her şeyi iki üç misli daha çok seviyordum. Buna sebep sendin. Sendin ama, yine bu işte en talihsiz de sendin. Sana güveniyor, senin arkadaşlığından hoşlanıyor, ama sana durmamacasına gülüyordum. Ne sobanın başındaki uykumda, ne de sonra yatağımda rüya görmedim.
Sabahleyin uyanır uyanmaz aklımda idin. Güldüm. Kalktım. Bunu anlatmaya sana geldim. Ne dersin?
KUTU
Ataol ağabeyin kulakları çınlasın
Sait Faik'in bizleri çocukluğumuza götüren hikayesinin ardından Ataol Behramoğlu'nun çok sevdiğim; “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var...” şiiriyle yazıyı noktalamak istedim.
“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi,
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten,
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği.
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne,
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa.
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır,
Kopmaz kökler salmaktır oraya.
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını,
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksinç
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara,
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin.
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine,
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasınaç
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın,
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasınaç
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar,
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın,
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu,
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın.
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle.
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı,
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına.
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına.
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana...