Avcı değil çiftçi olun
Beslenmekle karın doyurmak arasında fark vardır. Neyi, nasıl, ne zaman ve ne kadar tüketmeliyiz sorularının doğru yanıtları aklın alanındadır. Sindirim ne ağızda ne de midede başlar. Sindirim, beyinde başlar.
Karın doyurmak için bir beyne ihtiyacımız yoktur. Ancak beslenmek için doğru düşünme ve stratejiyi var edebilecek sağlıklı bir beyne ihtiyacımız vardır.
Satış alanında bulunan birçok kimse beslenmenin değil, karın doyurmanın sularında yüzmektedirler. Bunu hem doğrudan hem de mecazi anlamda söylüyorum. Konuyu örnekleyerek açayım…
Bu kimseler potansiyel bir alıcı görmeyedursunlar, o an hücrelerinde binlerce yıl öncesinin avcılık güdüleri harekete geçiyor ve ‘Ceylan görmüş Çita sendromu’ yaşıyorlar.
Selamlaştıkları, tanıştıkları, göz ucuyla dahi olsa bakıştıkları, bir ortamda bir kimsenin isminin anılması da dâhil kim varsa, hemen herkesi avlanması gereken bir ceylan olarak görüyorlar.
İnsanlar ve hayvanlar deneyimle öğrenen canlılardır. Bir hayvanın öğrenebilmesi için birkaç kez yaşaması, kendince ders çıkarması gerekmektedir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biri ise deneyimin haricinde akıl yürüterek öğrenme yetisine sahip olmasıdır.
İlk çağlarda sadece karnını doyurmayı düşünen insan, deneyimle edindiği bilgisini zihinle birleştirdiğinde, türlü yöntemlerle gıdaların uzun ömürlü olmalarını sağlamıştır. Böylece daha az enerji ile daha sağlıklı ve daha güvenli bir beslenme modelini kendileri için var etmiş ve insanlığın bugünlere gelebilmesinde önemli bir rol üstlenmiştir.
Ancak bugün hâlâ bilinçaltlarında ‘bedensel ihtiyaçları gidermek’ modu aktif olan kimseler, avcı davranışlarından dolayı etrafını rahatsız etmekte, insanların kendilerinden uzaklaşmalarına sebebiyet vermekte ve farkında olmadan yalnızlaşmaktadırlar.
Avcılığın temelinde yatan gerçek, güçlüyüm duygusu değildir. Yok olma korkusudur. Geçmiş çağlardan günümüze uzanan hayatta kalma güdüsü, korku-tehlike-güven labirentinde birçok kimsenin yollarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Biyolojik düşünceden zihinsel düşünceye geçiş yapabilenler ise sadece yollarını bulmamış aynı zamanda izlenecek başka yolların oluşmasını da sağlamışlardır. Günümüzde hiçbirimiz ellerimizde mızraklarla sokaklarda, caddelerde av için dolaşmamaktayız. Fakat zihinlerinde hâlâ güvensizlik modu açık kalan insanlar; sadece sokak ve caddelerde değil, kurumsal firmalarda, devletin önemli makamlarında dahi avcılık enerjisiyle dolaşmaktadırlar. Bu da bugün adına ürün/hizmet satışı dediğimiz sektörün onların nazarında avcı-avlanan sektörü olduğunu açıkça göstermektedir.
* * *
Kendimize bir hedef belirliyorsak eğer ağzımızdan hangi sözlerin çıktığı ikinci derece önemlidir. Asıl olan ne hissettiğimiz ve söz konusu hedefe nasıl bir enerji yükleyeceğimizdir. Maddi zenginliği merkezine almış nice girişimci var ki zamanın içinde kaybolmuşlardır. Çünkü onların ağızlarından süslü cümlelerle para kazanmak söylemleri dökülürken; dünyaya, hedeflerine, insanlara yaydıkları enerji korkmamak/yok olmamak/avcı olmak üzerinedir. Dolayısıyla insanın sürmesi gereken bir iz varsa, bu kendi hisleridir. Bir avcı olacaksa, bu kendi negatif duygularını yakalayıp dönüştürmesidir.
Henüz terbiye edilmemiş, ilkel bilinci ile ürün/hizmet satışını yapanlar, etrafına “ben avcıyım” enerjisi yayarlar. Onunla muhatap olan hemen herkes de “ben bir yem değilim” enerjisi ile buna karşılık verir ve kaçma/uzaklaşma atmosferi oluştururlar. Bu içsel konuşma Don Miguel Ruiz’in söylemi ile “Bilinçaltı sözleşmesidir.”
Hem girişimci adaylarına verdiğim derslerde, hem de onlarla sohbetlerimde
hedeflerini dinlediğim bazılarının içlerindeki avcıyı gördüğümde tek bir tavsiyede bulunurum. “Hedefiniz zengin olmaksa, para değil, insan biriktirmelisiniz. Bunun içinde yapmanız gereken şey, avcı değil çiftçi olmalısınız!”
Avcı karnını doyurur. Çiftçi ise hem beslenir hem de beslenmeyi sağlar.
SİZE BİR SIR
VEREYİM Mİ?
Sekizinci baskıya ulaşan “Size Bir Sır Vereyim Mi?” kitabımda özellikle bu konuyu anlattığım kısmı sizlinle paylaşmak istiyorum:
Kendi sektöründe büyük paralar kazanmış, çalışkanlığıyla yakınlarına örnek olan bir yakınımla sohbet ederken, hiç bilmediğim bir hatırasını paylaştı benimle.
“İşe ilk başladığımda, sanki elimde bir mızrak varmışçasına kurban arar gibiydim. Pusuya yatıyor, kimin ne yaptığını takip ediyor, yakınlarımın arkadaşlarıyla nasıl bağlantılar kurarım diye fırsatlar kolluyor, onları yakaladığımda ise nefes aldırmıyordum. Hakkımda kötü konuşmaları da duymazdan gelip, haklı olduğumu savunduğum yetmezmiş gibi bir de dünyanın haksız olduğunu ispatlıyordum. Aslında kulağıma gelen bu sesler meğer beni uyaran sözlermiş, anlamıyordum.”
Şaşkınlıkla dinliyordum anlattıklarını… Sonra ne olduğunu sordum… Şöyle devam etti…
“İnsanların bana inancı kalmadı, kimse beni ortamlarına çağırmadı, bir yerde görenler ya görmezden geldi ya da yollarını değiştirdi. Arkadaşlarım ne telefonlarıma baktı ne de dönüş yaptı… Ve ben her geçen gün biraz daha yalnızlaşarak azaldım…
Benim yüzümden karımın da hayatı olumsuz etkilendi. Yakınlarımız Onunla da samimiyetini azalttılar… Çünkü Onunla samimiyeti sürdürmeleri demek, benimle de bağlarını devam ettirmeleri demekti… Her an bir yerlerden karşılarına çıkabilirdim… Bu durum beni ve eşimi hem maddi hem de manevi derinden etkiledi… Az kalsın beni O da terk edecekti…
Neden böyle olduğunu düşünmeye başladım; madem bu kadar haklıydım, neden yalnız kalmıştım? Ve gördüm ki kendimi tam bir avcıya dönüştürmüştüm. Hiçbir uyarıya kulak asmamış, gözümü yalnızca paraya odaklamış; her davranışımı, her insanı birer meta olarak görmüşüm yalnızca. Çevremdekiler de haklı olarak avlanmak istemedikleri için benden kaçmışlardı…”
Bu ve benzeri pişmanlık hikâyelerini pek duymasanız da, zaman zaman böyle ‘avcılara’ rastlarsınız hayatınızda. Çünkü onlar size bir yem gözüyle bakarlar. İtiraf etmeliyim ki oldukça başarılı bulduğum, kendime örnek aldığım birinin bu davranışına o kadar şaşırmıştım ki ne diyeceğimi bilemedim bir süre. Fakat bu hatıra tam bir kırılma noktasıydı O’nun hayatında. Kendini, kendinden var eden; içindeki eşikleri bir bir aşıp, yeniden güven tazeleyerek yükselen bir dönüşüm hikâyesi vardı karşımda. Hızlıca toparladım kendimi ve bu kör kuyudan aydınlığa nasıl çıktığını sordum. Şöyle dedi;
“Başarılı insanlara baktığımda, onların birer avcı olmadığını, çiftçi olduklarını gördüm. Toprak, aynı toprak; alan, aynı alan; insanlar aynı insanlardı. Fakat tercihlerimiz, hedeflerimiz farklıydı. Ben, insanları bir av olarak görürken, başarılı kimseler, insanları kazanacak bir değer olarak görmekteydiler. Enerjimiz de, elimizdeki malzemeler de… Her şey aynıydı… Sadece bunlara yüklediğimiz anlamlar farklıydı. Bu da birimizi avcı, diğerimizi çiftçi yapıyordu.
Birimiz yok etmek üzerine, diğerimiz var etmek üzerine hareket ediyordu… Ben de anlamımı değiştirdim. Avcı olmaktan çıkıp, çiftçi olmaya karar verdim. İnsanların ruh halleri onların birer mevsimiydi… İnişleri, çıkışları yaşamın birer rengiydi. Bunu fark etmek beni öylesine hafifletiyordu ki artık kimsenin hayatına ağır gelmiyordum. Kimse benden uzaklaşmıyor, yolunu değiştirmiyor, telefonlarıma çıkmazlık etmiyordu. İnsanları kazanmak için ektiğim her iyilik tohumu, insanlığı da iyileştiren bir adım oldu…”
Sevgili okuyucu, bu hatırayı her düşündüğümde, hayatıma verdiğim anlamı yeniden ele alıyor ve güncelliyorum. Her adımımız insan kazanmak üzerine olmalı. Avcı değil, çiftçi gözüyle bakmalıyız hayata.
Ben bunu erken yaşlarımda fark ettim ve o zamandan beri hep insanları kazanmaya, biriktirmeye odaklandım. Yunus Emre’nin “Biriktirdiğin değil paylaştığın senindir” sözünü hayatımın merkezine aldım. Bu felsefe ile insanların hayatına dokunmaya, değer katmaya, içlerindeki gerçek potansiyeli ortaya çıkarmaya ve onlar için de başarmanın mümkün olduğu göstermek için yaşıyorum.
Bu ‘beklentisiz verme’ kültürü sayesinde inanın çok daha fazlasının bana döndüğüne şahitlik ediyorum. Ektiğim her tohum bana kat be kat bereketli mahsul olarak geliyor. Bugüne kadar birçok firmaya eğitimler verdim ve neredeyse hemen hepsi karşılıksız iyilik yaptığım insanların tavsiyeleri sayesinde oldu. Biz hayatla gönülden paylaştığımız sürece, hayat da bize zenginliklerini katlayarak vermekte…
İyi bir girişimci sonuca değil, sürece odaklanır. Karın doyurmak sonuçla ilgilidir. Beslenmek ise süreçle… Sağlıklı bir gelecek ve huzurlu bir yaşamı hedefliyorsak eğer her insanı bir toprak, her davranışımızı bu toprağa ekilecek bir tohum gibi düşünmeliyiz. Kendimizi besledikçe toprak da beslenecektir. İnsana değer kattıkça, insanlık kazanıyor sonuçta…