Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Orta şiddetli yağmur
11°
Ara

İstanbul Sözleşmesi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
İstanbul Sözleşmesi

İstanbul Sözleşmesi'ne Türkiye'nin imza atmasının üzerinden 10 yıl, sözleşmeden imzasını çekmesinin üzerinden ise 2 ay geçti. Üstelik sözleşmeye imza atan ilk ülke Türkiye'ydi ve ilk çıkan ülke de Türkiye oldu. Muktedirin sık sık dile getirdiği “ilk biz yaptık”, “ilk bizim dönemimizde...” gibi ifadeleri boşuna söylemediğine “ilk” defa ikna oldum.

İstanbul Sözleşmesi aslında, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin kısaltılmış adıdır. Avrupa Konseyi'nin İstanbul'daki toplantısında imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılmıştır. İmzalandığı günden beri özellikle siyasal İslamcı erkekleri çok rahatsız eden sözleşmenin, bahsi geçen kesime göre amacı; gençleri lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüel yaparak Müslüman Türk aile yapısına zarar vermektir. Nitekim Yeni Şafak Gazetesi'nde 21 Temmuz 2020'de yayınlanan bir yazıda sözleşmeye neden karşı oldukları şu şekilde dile getirilmiş:

LGBT devşirecek çocuk arıyor. Modern dünyanın toplumsal cinsiyet projesi 'cinsiyetsizleştirmek' temelleri üzerinde kuruluyor. Cinsiyetsizlik dayatması yapan LGBT lobileri, her geçen gün 'ideolojik çete' haline dönüşüyor. Sosyal hayatta kadın ve erkek arasında farklılıkların olmadığını savunan bu görüş, bireylere özgü rol ve vazifeleri reddediyor. Bu projenin temel hedefinde ise çocuklar var...

Siyasal İslamcılar dışında, siyasal ama neci olduğu belli olmayan Doğu Perinçek de sözleşmeye karşı çıkıyor. Katıldığı bir televizyon programında “sözleşmenin çocuklara eşcinselliği dayattığı”nı söylemiş; bir başka katılımcının da “böyle bir şeyin sözleşmede olmadığı”nı belirtmesi üzerine Perinçek, “sözleşmeyi okumamışsınız” demişti. Perinçek'in okuduğunu söylediği sözleşmeyle iddia edildiği gibi insanlara farklı cinsel tercihler mi dayatılıyor gerçekten? Avrupa Konseyi, amacını sözleşme metninde şu şekilde sıralamış:

A- Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak. B- Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak. C- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak. D- Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak. E- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

Test sorusu gibi olacak ama; Perinçek ve siyasal İslamcı erkeklerin iddiaları yukarıdaki maddelerin hangisinde var? Daha açık bir şekilde sorayım: Yukarıdaki maddelerden hangisi çocukları LGBT'li yapar? İktidarın yönlendiricisiyiz diyen Perinçek'i çok da ciddiye almadan bir kenara bırakalım. İmzaya karşı çıkan siyasal İslamcı erkekleri asıl rahatsız eden konu, sözleşmedeki kadın erkek eşitliğine vurgu yapan “toplumsal cinsiyet” kavramıdır. Söz konusu çevrede, kadın ve erkeğin “vazife”lerinin ayrı olduğuna ve çoğunlukla erkeğin lehine olan bu vazife farklılığının da “fıtrat”tan, yani yaratılıştan kaynaklandığına inanılmaktadır. Nitekim muktedir, çok sık bir şekilde “kadın erkek eşitliği fıtrata ters” demektedir.

Toplumsal cinsiyet kavramını kullananlar gerçekten de kadın-erkek eşitliğinden yanadırlar. Bu kavramı savunanlara göre, kadın ve erkek arasındaki üreme organı ve kas kütlesi gibi biyolojik farklılıklar; toplumsal ve siyasal alanda yaşanan cinsiyet eşitsizliğine bir dayanak olamaz. Antropoloji ve sosyoloji gibi insan ve toplum bilimleri de toplumsal cinsiyet kavramını kullanır. Çünkü antropolojik alan araştırmalarından elde edilen veriler, kadınlık ve erkekliğin biyolojik veya tanrısal kimlikler olmadığını, diğer bütün kimlikler gibi öğrenildiğini ortaya koymaktadır. Yani içine doğduğumuz toplumun, sahip olduğumuz üreme organına göre geliştirdiği davranış/rol kalıplarını öğrenmemiz ve bunu içselleştirmemiz neticesinde kadın ve erkek kimlikleri ortaya çıkmaktadır. Bütün toplumlar bireylerine edep (adabımuaşeret), terbiye veya görgü kuralları olarak bilinen davranış kalıplarını dayatır. Mesela bizim toplumumuzda edepli olmak için erkek üreme organına sahip bireylere delikanlılık, malına ve kadınına sahip çıkmak ve evinin reisi olmak öğretilirken, dişi üreme organına sahip bireylere itaatkarlık, erkeğe muhtaçlık/sahiplenilmek ve evinin hanımı olmak öğretilir. Bu kuralları en iyi şekilde öğrenip sergileyenler en makbul erkek ve kadın olarak baş tacı yapılır.

Oysa antropolojik çalışmalar, kadınlık ve erkekliğin başka biçimlerinin/hallerinin de mevcut olduğunu göstermiştir. Hatta bizdeki rollerin tam tersini öğrenen ve sergileyen toplumların olduğunu biliyoruz. Söz gelimi bizim coğrafyada dinen meşru sayılan polijini, yani bir erkeğin aynı anda birden çok kadınla evlenmesi geleneğinin tersini uygulayan poliandri geleneğine sahip, yani bir kadının aynı anda birden çok erkekle evlendiği toplumlar da vardır. Düşünsenize, dört kadınla evlenmenin “doğal” olduğunu öğrenen Orta Doğulu bir erkek, poliandri geleneğine sahip toplumlardan birisinde doğsaydı bir kadının “dördüncü” kocası olabilirdi. Bu durumu anlatan bir dizi senaryosu yazsaydım, hani bizdeki ağa dizileri benzeri, adını “kuma getiren erkeklikten kuma giden erkekliğe” koyardım. Aynı şekilde bizim kültürel dünyamızda ataerkilliğin, yani erkek egemenliğinin/iktidarının ilahi, dolayısıyla tek ve değişmez bir sistem olduğuna inanılırken, dünyanın farklı bölgelerinde anaerkilliğin, yani kadın egemenliğinin/iktidarının ilahi olduğuna inanan toplumlar da var.

  1. Aslında kadın ve erkek kimliklerinin türler arasında görülen farklılıklar gibi doğuştan gelmediğini, aksine kültürleme yoluyla öğrenildiğini görmek için uzak coğrafyalara gitmeye gerek yok. Bunun için “fıtrat”larına rağmen eril dili kullanan ve “delikanlı raconunu” sergileyen bazı kadın siyasetçilere kulak vermemiz yeterli. Mesela AKP'li bir kadın milletvekili Mersin belediye seçimleri için “bağırta bağırta Akdeniz Belediyesini aldık, kanırta kanırta da büyükşehiri alacağız” dedi. Kadın milletvekilinin kullandığı “bağırta bağırta” ve “kanırta kanırta” ifadelerinin eril argo dilinde cinsel şiddeti ima ettiğini erkeklik kültürlemesinden geçenler çok iyi bilir. Bu şekilde konuşan ve davranan kadınlara toplumumuzda “erkek gibi kadın” denmekte ve erkeklik, kadınlıktan daha muteber bir kimlik olarak kabul gördüğünden, erkeklerden rol çalan kadına da ayrı bir saygı duyulmaktadır. Benzer şekilde kabadayılık, ki erkekliğin nirvanasıdır, özellikleri sergileyen kadınlara “hanımağa” denir. Kadının saygıyı hak etmek için hanımlığının yanına mutlaka ağalık gibi bir erkeklik ünvanını koyması gerekir. Oysa tersi bir durumda, yani erkeğin, kadınlara has özellikler olarak klişeleştirilen korkmak, ağlamak, kahkaha atmak vb. gibi davranışları sergilemesi halinde “karı gibi adam” ifadesi bir aşağılama olarak kullanılır.

Toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel olarak öğrenildiğine dair binlerce sayfa yazılabilir. İstanbul Sözleşmesi de toplumsal cinsiyet kavramının anlaşılmasında yeterli olamadı ama en azından kadınların lehine olan bir içeriğe sahipti. Sözleşme, 2011 yılında imzalanınca yandaş medya büyük bir coşkuyla; “müjde! artık kadınlar ölmeyecek”, “ne kadar güzel oldu”, “ne iyi ettik” gibi ifadeler kullanmıştı. Üniversiteler geri durur mu? Onlar da toplumsal cinsiyet başlıklı etkinlikler düzenlemek için birbirleriyle yarıştılar. Toplumsal cinsiyet dersleri, hatta kadın araştırmaları/çalışmaları yüksek lisans programları bile açıldı. Ama muktedir, AB'nin gönlünü kazanmak için imzaladığı sözleşmeden, siyasal İslamcı seçmenin gönlünü kazanmak için ayrılınca yandaşlar ve üniversiteler yine boşa düştü. Yandaş medyanın işi kolay, daha önceki övgülerini inkar ederek sözleşmenin Müslüman Türk aile yapısına uygun olmadığını söylemeye başladılar bile. Ama üniversiteler öyle mi? Resmi olarak açılan yüksek lisans programlarını ne yapacaklar? Toplumsal cinsiyet dersleri verilmeye devam edecek mi? Edecekse derslerde ne anlatılacak? Dersin hocası, toplumsal cinsiyet kültürel bir inşadır dese fıtratı inkar etmiş olacak ve belki de İslam inancını ve değerlerini aşağılamaktan hakkında soruşturma açılacak. Tam bir komedi ama trajik olanından. Bu zihniyet hakim olduğu sürece değil İstanbul, 81 ilin her birinde ayrı ayrı sözleşme imzalansa da nafile...

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *