Hasanoğlan’dan İmamoğlan’a (4)
İsmail Hakkı Tonguç: “Halka uygar bir toplum olarak yaşamanın ilk bilgilerini öğretme ve bir ülkede halk yönetimini gerçekleştirme koşullarının en önemlisi geniş anlamlı bir ilköğretimi, belli yaşlardaki bütün çocuklar için parasız ve zorunlu kılmaktadır.”
Efsane Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati, eğitim alanındaki çalışma ve yeniliklerini hızla sürdürürken aniden vefat eder. (1 Ocak 1929) Yeni yılın ilk günüdür. Onun zamansız ölümü eğitim camiasını ve halkı çok üzmüştür. Projeleri yarım kalmıştır. Türk Millî Eğitiminin on yıllık gelişmesini amaçlayan “Maarif Teşkilatı Hakkında Lâyiha (tasarı)” maddeleri ise tam olarak hayata geçirilememiştir. Okulla hayat arasındaki Çin Seddi kaldırılamamıştır. Köylerde din eğitiminden boşalan program, ezbere dayalı bir eğitim ile doldurulmaya çalışılmakta, Batı’da olduğu gibi bilgiye dayalı modern bir eğitime geçilememektedir. Ne yazık ki Mustafa Necati, bu konudaki arayışlarını sürdürürken erken yaşta hayata veda etmiştir.
Mustafa Necati’den sonraki Bakan Cemal Hüsnü (Taray), eğitim işlerini onun kaldığı yerden sürdürmeye çalışır. “Millet Mektepleri” yanı sıra “okuma seferberliği” başlatır. (1930) Köy kurullarınca okuma bilen, bilmeyen saptanarak, “bilenin bilmeyene öğretmesi” yöntemiyle kurslar açılır. Kursları büyük ölçüde ilkokul öğretmenleri yönetmektedir. Bu dönemde öğretim ve pedagojiye (eğitim bilimi) yönelik yayınlar, çeviriler çoğaltılır. Sanat ve meslek okulları da ele alınır ancak yapılanlar gereksinmeye uygun ve yeterli değildir. Bu arada halk eğitimine yönelik kurumlar olarak daha önceleri açılmış olan Türk Ocakları kapatılır. (1931) Onların yerine Halkevleri açılır. (1932) Ankara Halkevi ilk köy gezilerini düzenler; doktorlar ve benzeri meslek mensupları topluca köylere gitmekte, köy halkı ile sosyal ilişkiler kurulmaktadır.
Süregelen dönemde Atatürk iki bakan değiştirmiş, sıra Dr. Reşit Galip’e (Mustafa Reşit Baydur) gelmiştir. Kendisinden kısaca bahsedelim: Meşrutiyet’in tıbbiyeli köycülerindendir. Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı’nda Çatalca ve Kafkasya Cephelerinde savaşmış, savaş bitince de İstanbul’da “Köycüler” adlı cemiyetin kurucularından biri olmuştur. İngilizler milliyetçileri tutuklayınca, tıbbiyeyi bitirip on arkadaşıyla birlikte Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine giderek geliştirdikleri “köycülük projesi” ni orada uygulamaya başlamışlardır. 1920’de kaleme aldığı “köycülük” başlıklı yazısında Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bir köylü devrimine dönüşmesini, büyük toprakların köylüye dağıtılmasını istemektedir. Köylüyü topraklandırarak ağalık düzeninin önlenip, ülkenin demokratikleşeceğini öne sürmektedir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mersin’de doktor olarak çalışmaya başlayan Reşit Galip, Atatürk’ün önerisiyle 1925 ara seçimlerinde Aydın’dan milletvekili seçilerek meclise girmiş, CHP’nin “Kültür ve Gençlik İşleri” başkanı olmuştur. Her yıl okullarda okutulan “Öğrenci Andı” nın yazarıdır. Hani şu günümüz iktidarı tarafından 2013’te çıkarılan bir yönetmelik değişikliğiyle yasaklanan ve “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye başlayan andımız...
İstanbul Darülfünunu üniversite olmaktan çıkmış, Kurtuluş Savaşı’na da uzak bir duruş sergilemişti. Bu gerçeğin farkında olan Atatürk, Darülfünun’un çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesi kararını çok önceden vermiştir. (1931) Darülfünun yerine İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasına dair kanun TBMM’de kabul edilir. (31 Mayıs 1933) Öncelikle yeni öğretim kadrosunun saptanması için yüz elliye yakın müderris ve müderris yardımcısının görevlerine son verilir. Yerlerine Nazi Rejimi’nden kaçan Alman bilim adamları atanır. Yine bu dönemde Almanya ve İtalya’daki faşist hareketler ile Rusya’daki sosyalist hareketlerin yanı sıra İslamcılık ve Türkçülük gibi akımlar Türk gençliğini de etkilemektedir. Mustafa Kemal, gençlere, “Biz ne faşist ne de komünistiz. Bizim de bir ideolojimiz var. Biz Kemalistsiz” diyerek yüksek okullara “Devrim Tarihi” dersi koydurmuştur. Bu derslerde öğrencilere cumhuriyetçilik, devrimcilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ilkelerinin öğretilmesini istemiştir. Ek olarak bir de “Devrim Tarihi” kürsüsü kurdurmuş, Ankara’da ilk derslerin, yüksek okullar bir araya getirilerek konferans biçiminde verdirilmesini sağlamıştır.
Günümüz iktidarlarının kamu kurum ve kuruluşlarında, “bendensin, değilsin” yaklaşımına dayalı olarak atadığı ehliyetsiz ve liyakatsiz kadrolar herkesçe bilinmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ülke yönetiminde duygularıyla değil, ehliyet ve liyakate göre hareket ettiğinin en somut örneklerinden biri Dr. Reşit Galip’in, Millî Eğitim Bakanı (MEB) olarak atanmasıdır. Atatürk ile Reşit Galip arasında yaşanan çok bilinen bir olayı örnek olması açısından tekrar hatırlatalım:
1931 sonbaharında bir gece Atatürk’ün Sofrası’nda Reşit Galip söz alarak, Millî Eğitim Bakanı Esat Bey’i (Mehmet Esat Sagay) eleştirir ve gericilikle suçlar. Sofra gerilir ve Atatürk, Bakanı’nı zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmaz ve “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin” diyerek kibarca Reşit Galip’in sofradan ayrılmasını ister. Ancak genç devrimci; “burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır,” der. Ortalık buz gibi olur ve Atatürk yanındakilere dönüp “öyleyse biz kalkalım” diyerek ayağa kalkar, sofradaki heyet ile birlikte Reşit Galip’i orada tek başına bırakıp çıkar. Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar. “Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik.” cevabını alır. Atatürk, “Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz. Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var,” diye ekler. İşte bundan sonrası siyasiler için ders alınacak bir olaydır; 39 yaşındaki Reşit Galip, Millî Eğitim Bakanlığına atanır.
İktidar sahipleri ülkeyi duygularıyla yönetemez! Öncelik kişisel saltanatları değil, vatanın selametidir. Bugün yaşadığımız olumsuzlukların temelinde, Atatürk devrimlerinden ve Atatürk aklından uzaklaşmak yatmaktadır. Sırf “alnı secdeye değiyor” ya da “kinine, dinine sahip” veya “iktidar yanlısı” olduğu düşüncesiyle yaratılan ehliyetsiz ve liyakatsiz kadroların, Türkiye’yi hem yurtiçinde hem de yurtdışında getirdiği durum ortadadır. Kamu Personel Seçme Sınavı’nda (KPSS) yüksek puan alıp mülakatlarda “elenen” başarılı gençler ise kapağı yurtdışına atma derdindedir.
Konumuza dönecek olursak; Dr Reşit Galip, köyler ve köylüler için bir dizi köye hizmet götürme projeleri başlatsa ve bakanlıkta “Köy İşleri Komisyonu” kurdursa da bunları uygulayamaz. Köylere yönelik bir atılım yapamaz. Karşısında Mustafa Kemal Atatürk bile olsa karakterinden asla ödün vermeyen bu genç devrimci ne yazık ki hastalanır ve görevden ayrılır. (13 Ağustos 1933) Altı ay sonra da vefat eder. Mustafa Necati ve Dr. Reşit Galip’in genç yaşta ölümleri şüphesiz genç Cumhuriyet için çok büyük kayıplardır. Sanki bu genç, pırıl pırıl beyinlerin ölümleri ülkenin kaderi gibidir.
Atatürk de genç denilebilecek bir yaşta hayata veda etmedi mi? Yaşasalardı Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir ülke olurdu acaba? İnsanın kafasında ister istemez soru işaretleri dolaşıyor.
Cumhuriyet’in üstünden geçen on yıllık süreçte, ülkenin beklentisini karşılayabilecek bir eğitim sistemi kurulamamış, istenen başarı sağlanamamıştır. Ülkenin ekonomi ve tarım alanında yetişmiş insana ihtiyacı vardır. Bu süreçte yabancı eğitim danışmanlarının da bir etkisi olmamıştır. Atatürk bu duruma çok üzülmektedir. “Eli makine tutan,” “aklı hür, vicdanı hür” kuşaklar yetişmemektedir. Durumun böyle olmasından son derece tedirgindir. Bu düşüncelerini daha Kurtuluş Savaşı sırasında kararlılıkla dile getirmekte ve şöyle konuşmaktaydı:
“Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten çok mutluluk ve refaha layık olan onlardır. Büyük Millet Meclisi hükûmetinin ekonomi politikası, bu aslî amacı sağlamaya yöneliktir... Efendiler! Diyebiliriz ki bu felaket ve sefaletin tek nedeni bu gerçeği anlamamış olmamızdır. Yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bir köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarda bıraktığımız, emeklerini ellerinden alıp çarçur ettiğimiz, buna karşılık onlara daima küçümseyerek ve ezici davrandığımız, bunca vericiliklerine karşın nankörlük, küstahlık ve kabalıkla uşak düzeyine indirdiğimiz, bu gerçek sahibin huzurunda bugün utanç ve saygıyla hakiki durumumuzu alalım!”
Devam edecek...