Nedir bu telaşımız?
Ne diyordu şarkı; Hayat acelen ne, nereye gidiyorsun? Bana borcun var, unuttum mu sanıyorsun? Aslında acelesi olan hayat değil bizim ta kendimiz. Koşar adımlarla bilinmeyen sona doğru ilerliyoruz hem de Yarış atı gibi dörtnala. Hayattan keyif almayı unuttuk. Ailemizi, dostlarımızı, hayatın güzelliklerini hatta kendimizi unuttuk. Tüm derdimiz, varsa yoksa yaşam kavgası hayat mücadelesi ve geçim derdi olmuş durumda. Sağlıkla yaşayacağımız topu topu 60-70 yıl değil mi? Nedir bu acelemiz?
Amansız bir dünya telaşı ile son sürat yaşamaya devam ediyoruz. Artık ne 7 güne ne de 24 saate sığar olduk. 6 gün çalışmayı, 1 günü sevdiklerimize ayırmayı harikulade bir hayat düsturu ilan edip amansız bir dünya telaşı ile akmaya ve son sürat yaşamaya devam ettik.
Bize hep "daha neler göreceksiniz" denilerek pazarlanan modern dünya nimetlerinin hiçbirinin bir değeri yok artık. En zenginlerin yaşadığı villalarda da en fakirlerin ömür tükettiği gecekondularda da aynı mahpusluk yaşanıyor. İşten eve evden işe ve haftada 1-2 gün tatil. Tüm alışkanlıklarımız, yemelerimiz, içmelerimiz ve vazgeçilmez gezmelerimiz, bütün gelecek hayallerimiz planlarımız hiçbir zaman tutmadı. Öyle ki; hiç de bir yere yetişme telaşımız olmamasına rağmen 70 km hızın dahi yeteceği yolda 200 kilometreyi zorlandığımızın farkına bile varmadık. Her yıl yenisi çıkan akıllı telefonları, TV, bilgisayar, araba vb. yapay zeka katkılı teknolojiyi nerdeyse her yeni ürünü kapmak için AVM kapılarında nöbet tutmaya başladık.
Tek bir yeşil alan dahi bırakmadan devasa akıllı binalar dikmek için birbirimizle yarıştık. Lükse ve konfora ulaşmak için de kredi çekmeye, krediyi ödemek için de ailece çalışmaya başladık. Bunun neticesinde de milyarlarca fazla ödeme yaparak aldığımız evlerimize otelde kalır gibi paralar ödedik. Hayal ettiğimiz mutlu hayatı da birkaç maaşımızı feda ederek aldığımız "süper akıllı telefonlarımızdaki sosyal medya hesaplarımızdan paylaştığımız gülen yüzlü fotoğraflarla yaşamaya başladık.
Ne köylerde tarım yapan gençler kaldı ne ayağı toprağa değen çocuklar. Üretmek yerine tüketmeyi tercih eden "şehirli kitleler" için hayat, AVM ve iş arasında mekik dokunan bir yaşama ve yarışa dönüştü.
Her geçen gün fena halde yanıldığımızı anlıyoruz. Tüm benliğimizi bir korku sarmış gidiyor. İşsiz kalırsak korkusu, işimiz bozulursa korkusu, çektiğimiz krediyi ödeyemezsek, maaş alamazsak, para kazanamazsak ne yeriz ne içeriz korkular içinde yaşam hayat biçimimiz haline geldi.
15-20 milyonluk metropoller kurmuşuz. Toplu taşıma araçları, konserler, mitingler, kalabalık caddeler, AVM'leri düşündüğünüz zaman bu dünya sürdürülebilir değil, güvenilir değil. Doğaya baktığımızda da bunun sürdürülebilir olmadığnı görüyoruz. Bugün ücra bir köy evinde penceremi açtığımda gökyüzü masmavi, her yer yemyeşil, ağaçlar çiçek açmış olduğunu çok daha iyi görebiliyorum. Çünkü; eksoz dumanı, sanayi atıkları, trafik, kabalık şehirler ve yaşam stresi içinde bunları yaşayamaz olduğumuzun farkına varıyoruz.
Milenyum çağının çılgın bilim yarışındaki netice, galiba en başa dönüyor. ilahi hakikat bir kez daha kendini gösteriyor ve insan aslına rücu ediyor. Son zamanlarda dile getirdiğim, sohbetlerde sıkça söylediğim bir söz var: "Çoğa kalmaz belki 5 ya da 10 yıla kadar insanlar bu kalabalık şehirleri terk edip köylerine geri dönecekler."
Niçin mi? Eski hayatlarına yeniden başlamak için.
Sağlıcakla…