Hasanoğlan’dan İmamoğlan’a (5)
İsmail Hakkı Tonguç: “Yalnız istemek, bir işin gerçekleşmesine yetmez. Dilekten sonra gelen bilmek, bildiğini yapma cesareti göstermek, yasaların buyruklarını uygulamak gibi bir takım aşamalar vardır ki bunlar olmadıkça iş başarılamaz.”
Başbakan İsmet İnönü, 14 Mart 1934’te CHP Meclis Kurulu’nda ilköğretim konusunun ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerini açıklayan önemli bir konuşma yapar. Başbakan, “...öğretmenlerin maaşlarının düzenli olarak ödenemediği için verim alınamayacağı, ilk tahsil çağında bulunan çocuklardan ancak 1/3 ünün okullarda eğitim aldığı, mühim bir kısmının eğitimini yarıda bıraktığı” uyarısında bulunmaktadır. “Bu konuyu cesaretle ve hakikati olduğu gibi görerek ayrıntılı bir şekilde düşünmek ve memlekete bildirmek vazifemizdir” diyen İnönü, ilk tahsile ayrılan paranın eksik olabileceğini ifade eder. Ayrıca, çocukların okulu yarıda bırakma konusunda velilerin de sorumlu olduğundan hareketle, “...velilerin çocuklarının tahsilini bitirtmek için, muntazam takip etmediklerini” kaydetmekte, onların, çocuklara tahsili sevdirmeleri konusunda teşvik edilmeleri gerektiği uyarısında bulunmaktadır. Başbakan İsmet İnönü bu önemli konuşmasında, “...çocukların üçte ikisinin okutulmamasına seyirci kalamayacakları” vurgusunu yaparak “...açık kalan ilk tahsilsiz çocukları okutmak için ne tedbir bulacağız?” diye sormakta, malî, idari, sosyal ve millî tedbir ne ise bunun üzerinde düşünmelerini istemektedir. İnönü’nün önem verdiği bir diğer sorun ise yetişkinlerin ümmîlikten yani okuryazar olmama durumundan kurtarılması için nasıl mücadele edileceğinin üzerinde düşünülmesidir.
O yıllarda çocukların tamamının okullaştırılması için çabalayan Cumhuriyetin kurucuları, günümüzde yaklaşık üç milyon okul çağındaki çocuğun eğitimin dışında kaldığını; müfredattan Matematik ve Fen Bilgisi gibi derslerin azamiye indirildiğini bilselerdi ne yaparlardı? Ne yapacaklarını hepimiz tahmin edebiliyoruz; ülke çapında bir eğitim seferberliği başlatırlardı ve sonuna kadar da giderlerdi.
Atatürk, bakan üzerine bakan değiştirmekte, ancak Osmanlı eğitim anlayışından kurtulamamış, gelenekçi eğitimcilerle bir yere varılamamaktadır. Kuvayı Milliye ruhuyla yepyeni bir eğitim anlayışının hayata geçirilmesi şarttır. Bu gerçeklerin ışığında konuya yeniden al atarak sıkı bir baskı politikası uygular. Yabancı danışmanları gönderir. Yerli eğitimcilerle, “eğitimde bağımsızlığı” öngören, “yerli ve yeni bir eğitim” seferberliği için çevresindeki sorumluları sıkıştırmaya başlar. Bu anlayışın ışığında yeni bir Millî Eğitim Bakanı olarak Saffet Arıkan bulunur ve hemen göreve başlatılır. (11 Haziran 1935) Yeni Bakan’dan istenen, köylere yönelik büyük bir eğitim seferberliğini başlatmaktır. “Köylü yığınlarını saran cahilliğin yenilmesi” gerekmektedir.
Yeni Bakan Saffet Arıkan’ın öncelikle yapması gereken, ilköğretim işini temelden ele alacak, ülke çapında bir eğitim örgütlenmesini uygulamaya koyabilecek yetkinlikte bir ilköğretim müdürü bulmaktır. Partili bir eğitimci olan Nafi Âtıf Kansu, bakanın ilköğretim genel müdürlüğü için nasıl bir kişi aradığını bilmektedir. Böyle biri vardır. Bu kişi Gazi Eğitim Enstitüsü yöneticisi ve resim-iş bölümü öğretmeni İsmail Hakkı Tonguç’tur. Bakan Arıkan, Tonguç ismine yabancı değildir. Onun okul müzesi kurduğunu, kitaplar yazıp çevirdiğini, Bakanlık Yapı İşleri Kurulu’ndaki ve Gazi Eğitim’deki çalışmalarını bilmektedir. Eğitim konusundaki başkalarından farklı olan tutumunu ve birikimini öğrenmiştir. Tonguç, aynı zamanda da “10. Yıl Açık Hava Sergisi”ni ve “Gezici Eğitim Sergisi”ni hazırlayan kişidir. Kansu dışında bu ismi başkaları da önermiştir. Onu Atatürk’e ve İnönü’ye tanıtmak zor olmayacaktır. Böylece Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç’u ilköğretim genel müdürlüğüne atamaya karar verir. Tonguç’tan dinleyelim:
“1935 yılında merhum Saffet Arıkan’ın bakanlığı zamanında, Gazi Eğitim Enstitüsü müdür vekilliğinde bulunuyordum. Bir gün müsteşar rahmetli Rıdvan Nafiz Ergüer beni telefonla bakanlığa çağırdı. Odasına girdiğimde hemen yerinden kalktı. Kapıya doğru ilerleyerek: ‘Seni bakan istedi. Beraber bir meseleyi konuşacağız. Menfi cevap vermeye kalkışma,’ dedi. Hemen onun odasının yanı başındaki bakanlık odasına girdik. Arıkan, evraklarla uğraşıyordu. Bana bir Halk Partisi programı uzatarak işaretlediği sayfaları okumamı istedi. Elimdeki broşürün işaretli sayfalarını okumaya başladığım zaman programın ilköğretimle ilgili maddeleriyle karşılaştım. Biraz sonra bakan; ‘okuduğun fikirlere ne dersin?’ dedi. Şu cevabı verdim: Efendim, bu maddelerle saptanmış olan ilköğretime ait görüşler tatlı ve güzel bir rüyadaki hayallere benziyor. Bakan elindeki kâğıtları bıraktı, dikkat kesilerek yüzüme sert sert baktıktan sonra: ‘Ne demek istediğini anlayamadım, bizim partimiz hayal peşinde mi koşuyor yani?’ dedi. Evet, onun gibi bir şey efendim. Çünkü tatbik edilmeyen fikirlerin hayalden ne farkı vardır, dedim. Zavallı müsteşar terlemeye, telaşlanmaya başladı. Bakan, onu teskin etmek ister gibi yüzüne baktıktan sonra bana dönerek gülümsedi ve: ‘Sen bizim bu tatlı hayallerimizi hakikat haline getirebilir misin? Kolaysa yap da görelim bakalım’ dedi. Efendim, ben ne Cumhuriyet Halk Partisiyim ne de devlet. Onların yapamadığını nasıl yapabilirim, cevabını verdim. Saffet Arıkan güldü, ‘Pekiyi, teşekkür ederim, bu meseleleri gene görüşürüz. Sana zahmet verdim,’ deyince müsteşar ayağa kalktı ve onunla birlikte ben de bakanın yanından ayrıldım. ...
Devam ediyor anlatmaya Tonguç: “Bir hafta sonra müsteşar telefon ederek beni çağırdı ve ‘Seni bakan görmek istiyor. Hemen odasına git, görüş’ dedi. Odaya girince Arıkan’ı ayakta buldum. Hemen koluma girdi: ‘Tonguç, seni şimdi ilköğretim umum müdürlüğü odasına götürüp işe başlatacağım’ dedi. İkimiz birlikte odadan çıktık. Aman efendim, çok rica ederim başka bir arkadaşa bu işi vermeniz daha iyi olurdu, derken ilköğretim umum müdürü odasına girdik. Bakan, ’Haydi Allah muvaffak etsin, sonra uzun uzun görüşürüz. Hepimiz senin başarın için çalışacağız. Hikâye uzun. Sonra konuşuruz’ diyerek kapıya doğru yürümeye başladı. “Odada yalnız kalınca omuzlarıma ağır bir yükün çöktüğünü hissettim. Beş dakika geçmeden önündeki sedde su dalgalarının gelişi gibi işler arka arkaya sökün etti. Gece gündüz uğraşmak koşuluyla bu işlerle tam on yıl cenkleştim.”
Reşid Galip ve İsmail Hakkı Tonguç olayını günümüz ile kıyaslarsak; Eğer bugün bu insanlar Cumhurbaşkanına ya da Millî Eğitim Bakanı’na bu şekilde karşı çıkmış olsalardı acaba sonları nasıl olurdu? Bunu tahmin etmek çok güç olmasa gerek. İşte Mustafa Kemal Atatürk farkı budur; ehliyet ve liyakate öncelik tanımak... Çünkü bu insanların kişisel hırs ve emellerinin yerinde vatan sevdası yatmaktaydı. Onlar, bu ülkenin çocuklarına üretime dayalı kaliteli bir eğitim vererek hem onların hem de ülkenin geleceğini inşa etmek ve muasır medeniyet seviyesine yükseltmek gibi dertleri vardı. Çünkü onlar “kinine ve dinine sahip” bir nesil değil, ilimde ilerlemiş, çağdaş ve üreten bir Türkiye’yi inşa edecek, vatanına bağlı Cumhuriyet çocuklarını yetiştirmeyi hedeflemişlerdi.
İlköğretim Genel Müdürü olarak işin başında bulunan İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk ilkelerini tam olarak özümsemiş, onun “az zamanda büyük işler başarma” hedefini kendisine amaç edinmiş bir eğitimcidir. Akılcı ve bilimsel davranmak öteden beri ilkelerinden biridir. Nüfusun yüzde 80’ini oluşturan köy nüfusu ve “köyde eğitim sorunu” gibi çetin bir işin çözümü ancak bilimsel yöntemle bulunabilirdi. Köyün gerçekleri ve gereksinimleri başkaydı. Onları bu duruma getiren, köylüyü geri bıraktıran durumları, tarihsel koşulları ve olayları iyi biliyordu. “Kentli yarı aydınlar” dediği Osmanlı çıkarcı kesimini tanıyordu. Köylünün, yüzyıllar boyu küçük bir azınlık olan saray ve çevresi tarafından nasıl sömürülüp, cahil bırakıldığının bilincindeydi. (Günümüzde de aynı değil mi?) Köylünün ve köy yaşamının olumsuz yanlarını da çok iyi araştırmıştı. Şöyle demektedir:
“İki yüz yıldan beri geçirdiğimiz felaketlerin asıl nedeni ülkenin gerçek durumunu görememekte, buna göre gerçek önlemleri alamamakta toplanıyordu. Bu gerçekleri dile getirenler çeşitli şekillerde suçlanıyordu.”
Tonguç’a göre yenilikleri uygulayacak insan öğesi yetersizdi. Yenilikleri medrese kafasıyla yürütmek olası değildi. Yeni anlayışta insanlar yetişmesi gerekiyordu. Bu görüşlerinden hareketle, toplumun yaratıcı gücünü ortaya çıkarmak için de şu tespitlerde bulunmaktadır:
“Eğitim, kendi insan kaynağının yapıcı gücüyle kendini yaratma yolunu seçer.”
Devam edecek…