Geçmiş geleceğin aynasıdır (1)
Mustafa Kemal Atatürk: “Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler menfur kimselerdir.”
Din, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından derhal devreye sokulan bir araç olmuş ve Atatürk’ten sonra işbaşına gelen neredeyse tüm iktidarlar tarafından halkın üzerinde afyon tesiri yaratan bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Biz de yakın tarihe doğru kısa bir yolculuk yapmak ve 1945-1960 döneminden kısa alıntılar yaparak benzerliği gözler önüne sermek istedik.
Yok aslında birbirinden farkları…
4 Aralık 1945 günü, İstanbul Üniversitesi’nde birileri, ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere “Kalkın ey ehl-i vatan!” diye bağırır. Kısa sürede bütün öğrenciler Beyazıt Meydanı’nda toplanır ve Cağaloğlu’ nda bulunan Tan Matbaası’na doğru yürüyüşe geçerler. Sol görüşüyle bilinen ve Türk- Sovyet ilişkilerinin gelişmesini savunan Tan Gazetesi’nin yazarları Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel hedef haline gelmiştir. İçlerinde büyük ölçüde Turancı ve İslamcı öğrencilerin yer aldığı grup, binanın camlarını kırıp, matbaaya girer ve içeride ne var ne yoksa hepsini parçalayıp bazı malzemeleri de pencerelerden dışarıya atarlar. Öfkesini alamayan gençler Tan Matbaası’nın yanında yer alan ABC Kitapevini de yağmalayıp, Tünel’e doğru yönelirler. Kumbaracı Yokuşu’nda, Yeni Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi de bu yağmadan payını alır. Taksim’de toplanan öğrenciler, “Allah! Allah!”, “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” sloganları atarlar. Çok sayıda insanın yaralandığı saldırının ardından Tan Gazetesi yayın hayatına son verir.
Bazı tarihçilere göre Tan Matbaası baskınının ardında, Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu gençliği yer almaktadır. Nitekim Necip Fazıl, Tan Matbaası baskını konusunda şunları söylemektedir;
“…Bu istidadın aksiyon plânında ilk kımıldanışı ‘Tan’ Gazetesi baskını... Bu gazetede karargâh kuran komünizma... birdenbire Anadolulu ve kökçü üniversite gençliğinin pençesine düştü; eşyası toz gibi havaya savruldu ve makineleri makarna gibi didik didik edildi... Bu gençler Büyük Doğu idarehanesinin önüne gelerek tezahürlerini göklere çıkarmışlar, Sabık Şair’i (Necip Fazıl) pencereye çağırmış ve hitabını çılgın alkışlar içinde dinlemişler ve yara berelerini aynı idarehanede tedarik ediliveren pansuman malzemesiyle sarmışlardır... Ve işte, hemen başlarına yıkılan ‘Tan’ gazetesi... Ve işte, o gün boy göstermeye başlayan ilk Büyük Doğu gençliği!”
1950 yılı geldiğinde Türkiye, tek partiden çok partili sisteme geçmiştir. Adnan Menderes’in Demokrat Parti (DP)’si iktidardadır. İlk icatları, 1932 Ramazanından itibaren Türkçe okunan ezanları, salâları ve tekbirleri yeniden Arapçalaştırmak olur. Radyoda Kur’an okutulmaya başlatılır. Okullarda, seçmeli olarak uygulanan din dersleri zorunlu hale getirilir. Yeni iktidarın hedefinde kadınlar da vardır. DP’li Abdurrahman Boyacıgiller şöyle der; “… Yalnızca lüksü için çalışan kadınlar işsizliğe neden olmaktadırlar; bunların yerine aydınların çalıştırılması gerekir.” DP’li Talat Vasfi Öz ise; “… Hükümetin önünde bir kadın memur davası vardır… ahlâk bakımından aile bağlarını gevşetici, sarsıcı, tahripkâr… sonuçları vardır...”açıklamasında bulunur. Başbakan Adnan Menderes de bu tarz konuşmalardan geri kalmaz; “Şimdiye kadar baskı altında tutulan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.”
Türk dili de bazı kişilerde rahatsızlık yaratmaktadır. Bir gün Eski Kuva-yı Milliyeci Sinan Tekelioğlu “Anayasanın dilini kimse anlamıyor. Ulus ne demek? Egemenlik ne demek?” der ve dildeki Türkçeleşmeye son verilmesi kararı alınır. Hemen bir kanun çıkarılarak Anayasa’nın adı yeniden “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” haline getirilir. Arap harfleriyle eğitim verme yasağı kaldırılır. İmam Hatip okullarının yeniden açılması kararlaştırılır. Amaç, ”aydın din adamı” yetiştirmektir. Menderes ve şeriklerinin din üzerinden siyaset yapmanın doruklarına çıkmak ve Cumhuriyet devrimlerini ters yüz etmek için olağanüstü bir çaba sarf etmekte ve hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Konya Kadınhan İlçe Kongresinde bir delege şu taleplerde bulunur: “Fes ve sarık giyilmesine izin verilmesi, hafta tatilinin yeniden Cuma gününe alınması, kadınların açık saçık gezmelerinin yasaklanması, birden çok kadınla evliliğe izin verilmesi... Devletin dinînin İslam olarak yer alması, kadınların çalıştırılmaması, evlenme, boşanma ve mirasta erkeklere daha fazla hak verilmesi, kızların ilköğretimden sonra okutulmaması, baloların ve kadın resimlerinin yasak edilmesi, kadın memurların işten çıkarılması, devrimlerin faydasız ve zararlı olduğu, eğitimin Arap harfleriyle verilmesi, tekke ve zaviyelerin yeniden açılması…”
1951 yılı âdeta Atatürk heykellerine ve büstlerine saldırı yılı olur. Menderes bir taraftan Atatürk’ü koruyor görünürken diğer taraftan da Atatürk ve devrim düşmanı ne kadar yazar-çizer ve yayın varsa hepinse kol kanat germektedir. Bunların içerisinde en saldırganı şüphesiz Necip Fazıl Kısakürek’in yönetimindeki Büyük Doğu Dergisi’dir. İslamcı yayınların en fazla yoğunlaştığı dönem 1945-1960 yılları arasıdır.
“Adıdeğmez” takma adıyla kaleme aldığı yazılarında; CHP, İsmet İnönü, Falih Rıfkı Atay, Tevfik Sağlam gibi siyasî figürleri, Atatürk heykelleri, genç kızlar arasında kürtajın artışı, kadının çalışması, okul müsamerelerinde ve ulusal bayramlarda genç kızların kısa etek ya da şort giymeleri gibi konuları sert şekilde eleştirir. Bu dergi, iktidar tarafından örtülü ödenekten beslenmekte ve DP’nin yayın organı gibi işlevini sürdürmektedir.
Necip Fazıl, kendi düşüncelerini yayabilmek için iktidarın tüm olanaklarını kullanmaktadır. Başbakan Adnan Menderes’e yardım talebinde bulunmak için yazdığı mektubu ve 1951-1959 döneminde çeşitli tarihlerde aldığı 147.000 TL.’lik örtülü ödenek desteği, Yassıada yargılamalarında ortaya çıkmıştır. Necip Fazıl sadece DP döneminde değil, Atatürk döneminde de parasal destek bulabilmişti. 1936 yılında dergi çıkaracağı gerekçesiyle kapısını çaldığı Celal Bayar, o yıllarda herkesin ulaşamayacağı büyüklükte bir tutarın (1.600 TL) Necip Fazıl’a ödenmesini sağlamıştı. Aynı zamanda da bir Amerikan sevdalısı olan Necip Fazıl, Ortadoğu İslam Federasyonu’nu ya da Yeni Osmanlıcılık çerçevesinde bir İslam Birliği’ni Amerikan siyaseti şemsiyesi altında hararetle savunmaktadır. Necip Fazıl’ın Atatürk, Cumhuriyet, laiklik ve CHP düşmanlığını, halkı nasıl kin ve nefret ile kışkırttığını, Büyük Doğu Dergisi’nin 38. Sayısının kapağındaki şu cümle çok iyi yansıtmaktadır; “27 yıl millet fare oldu, fare kedi. Bizimle 27 yıl böyle oynayan küfür sıçanını gebertmeden evinize huzur girmez!”
Cumhuriyet dönemini yerden yere vuran ve “ahlak açısından en kötü dönem” olarak suçlayan Necip Fazıl, talihin cilvesine bakınız ki bir alkol ve kumar bağımlısıdır. Paris’te yaşadığı “sefil” hayatı kendisi de kabul etmektedir. 1949’ da gazeteler, “Büyük Doğu Dergisi sahibi Necip Fazıl Kısakürek, kumar oynarken polis tarafından yakalandı.” başlığıyla çıkmıştır. (Necip Fazıl, 1951 yılında da bir kumarhanede yakalanmış ve para cezasına çarptırılmıştır)
1950’lerin sonuna doğru ekonomik durumun bozulmasıyla güç kaybeden DP, dinî içerikli sloganlara daha fazla ağırlık vermeye başlar ve 1957 seçimlerinde Nurcularla seçim ittifakına girer. Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Emirdağ’da yeşil tuğralı bayraklı Said-i Nursi taraftarlarınca karşılanır.
Said-i Nursi gerçeğini Cengiz Özakıncı da şöyle kaleme alır; “Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı, hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerika’nın Bullit* tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştır.”
İlerleyen yıllarda Said-i Nursi, toplumun büyük kesimi tarafından kabul görecek, kurduğu Nur Cemaati, ülkenin dört bir yanında faaliyet gösterecektir. Said-i Nursi’yi uluslararası alana taşıyan ise Amerikan üniversitelerinde görev yapan Prof. Dr. Şerif Mardin olacaktır. Atatürk’e attığı onlarca iftirayı ardında bırakarak, 1960 ihtilâlini göremeden Şanlı Urfa’da ölen Said-i Nursi’den boşalan yeri Fethullah Gülen dolduracak; o da tıpkı Nursi gibi Amerika’dan beslenecektir.
1954 yılına gelindiğinde, iktisadi planlamayı reddeden, Atatürk’ün kalkınma planlarını ise elinin tersiyle iten DP iktidarında, rastgele yapılan yatırımlar, hesapsız harcanan krediler, enflasyon ve döviz darboğazı kendini iyice belli etmeye başlar. Hal böyle olunca da dış kredi arayışına girişilir.
Muhalefetin, kredi borçları nedeniyle yaptığı eleştirilere Adnan Menderes şöyle cevap vermektedir; “Onlar hâlâ ninelerimizin ‘İşten artmaz, dişten artar’ düsturunu gütmektedirler. Hâlbuki dişten biraz artar, asıl artış işten olur. Süratle geliştirmek ve kalkındırmak kredinin mucizevî vasfıdır. Bugünkü medeniyet, kredi üzerine kurulmuştur, kredi medeniyetidir. Amerika, İngiltere, Fransa kredi yüzünden, kredi sayesinde bugünkü seviyelerine yükselmişlerdir. Bizim de çeyrek asır yerimizde saymamız onların (yani CHP’ nin) bu sakim (hastalıklı) ve köhne düsturları yüzünden olmuştur.”
İstanbul’da yakacak, et, ekmek ve çeşitli gıda maddeleri sıkıntısı bir türlü önlenememektedir. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay halka, “Evlerinizde odun, kömür istifçiliği yapmayın, haftada iki defadan fazla et yemeyin, yiyebileceğinizden fazla ekmek almayın!” çağrısında bulunur…
Ne kadar tanıdık değil mi?
Devam edeceğiz…