Rab ve ateş
Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin üçüncüsündeyiz. “İrade kimin elinde?” başlıklı bir önceki yazımızda; Müzzemmil, Müddessir, Tebbet ve Tekvir surelerine değinmiş ve “İrade sahibi beyin ve akıl mıdır yoksa iplerimiz göklerin elinde midir?” sorusunu sormuştuk.
Kur’an, vahyin adını İslam koymuştur. İslam kelimesinin köklerinden biri barış ve huzur anlamına gelen silm, diğeri ise esenlik, güven anlamına gelen selamdır ancak ilk sureden itibaren azap; bu beklenilen, istenilen barış, huzur, esenlik, güvenlik gibi kavramların önüne geçmektedir. Yukarıda adı geçen surelerden bazı ifadeleri hatırlatalım: Katımızda onlar için ağır boyunduruklar, kızgın ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek, can yakan azap, ağır bir ceza, ne öldürür ne de bırakır, derileri kavurur yakıcı bir ateş, alevli ateş, alevli ateş kızdırıldığı zaman … Ateşin cezalandırıcı yönü, Antik Yunan söylencelerine kadar uzanır. Platon’un Devlet diyalogunun sonunda, savaşta ölen Er adlı kahraman birden dirilir ve öteki tarafta gördüklerini anlatmaya başlar. Öteki dünyada yerden ve gökten açılan bir çift kapıdan bahseden Er’in gördükleri arasında suçlulara işkence eden “ateş bedenli korkunç adamlar” da vardır tıpkı Kur’an’daki zebaniler (Alâk, 18) gibi.
Zebur, Tevrat ve İncil’deki Rab ve ateş ilişkisine de birkaç örnekle bakalım. Zebur; Mezmurlar 18/7-8: “O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, / Titreyip sarsıldı dağların temelleri, / Çünkü RAB öfkelenmişti. / Burnundan duman yükseldi, / Ağzından kavurucu ateş / Ve korlar fışkırdı.” Tevrat’taki yoğun ateş ifadelerinden ikisi şöyledir: “Bu yüzden Gazze surlarına ateş yağdıracağım, Yakıp yok edecek saraylarını.” (Amos; 1/7) ve “Egemen RAB bana şunu gösterdi: Baktım, Egemen RAB halkını cezalandırmak için ateşi çağırdı. Ateş enginleri yakıp tüketti, karayı yakıp tüketmeye başladı.” (Amos; 7/4) İsrailoğulları günümüzde de bu ayetlerin takipçisi olmaya devam ediyor, diyebiliriz. İncil’den de iki örnek verelim: “Herkesin yaptığı iş belli olacak, yargı günü ortaya çıkacak. Herkesin işi ateşle açığa vurulacak. Ateş her işin niteliğini sınayacak.” (1.KORİNTLİLER; 3:13) ve “Ama Samiriyeliler İsa’yı kabul etmediler. Çünkü Yeruşalim’e doğru gidiyordu. Öğrencilerden Yakup’la Yuhanna bunu görünce, “Rab, bunları yok etmek için bir buyrukla gökten ateş yağdırmamızı ister misin?” dediler.” (Luka; 9: 53-54) Sadece bu ifadeler -ki semavi dinlerin kitaplarında yüzlercesi vardır- bile insana şu soruyu sorduruyor: Evrendeki sistem, gücü ele geçirenin diğerine hayat hakkı tanımaması ya da diğerini yok etmesi üzerine mi kurulmuştur? İlginçtir ki başı çeken de tanrılardır! “Büyük balık küçük balığı yutar” atasözü sürekli işleyecek midir? Oysa ki o küçük balıklar birlik olup büyük balığın etrafını sardıklarında büyük balığı hareketsiz bırakabilirler. Kur’an’daki sureleri irdelemeye devam edelim…
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre sekizinci sure Alâ’dır. (En Ulu) Surede geçen göksel kavramlar; Biz, Allah, Rab’dır. Hz. Peygamber’e, kendisine okutulanı, Allah’ın dilediğinden başkasını asla unutmayacağı söylenir ve vahyin yazılması konusunda burada da bir emir ifadesi yoktur. “Biz” kavramı, “Hatırlatmanın yararı olacaksa, hatırlat!” (9. ayet) dedikten sonra hatırlatmadan kaçınanlara ateşle meydan okunacağını, “onun içinde ne ölecektir ne de dirilecektir” (13. ayet) ifadesiyle de azabın sonsuz olacağını belirtir. Bu hatırlamaktan yüz çevirenler için “Arslandan kaçan ürkek eşeklere benziyorlar.” cümlesini de daha önce Müddessir, 50-51. ayetlerde görmüştük. Dünya hayatını yeğleyen insana ötekisinin “daha mutlu, daha kalıcı” (17. ayet) olduğu söylenir. Burada “ahiret” kelimesinin sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan anlamlarını taşıdığını belirtelim. Bu durumda an’dan an’a geçiş de ahirettir, demek yanlış olmaz. İnsanoğlu binlerce yıldır, kutsal kabul edilen metinler aracılığı ile bir sonrakini düşünmeye yönlendirilmiştir. Belki de bugün dünyada yaşanan adaletsizliğin, sömürünün, yoksulluğun nedeni bu yönlendirmedir. Öyle ya burada olmazsa öbür dünyada mutlaka bir sonuç alınacaktır; teraziler kurulacak, cennet-cehennem bizleri bekler olacaktır. Bu dünyada birine bir kaşıkla yetin denir, diğerini ise bin kaşık bile doyurmaz. O bir kaşıkla yetinen de cennet rüyaları görür durur çünkü bu düşüncelerle evrilmiştir. Hak duygusu sürekli örselenmektedir ancak dünya, hiç umursamadan ekseni etrafında dönmeye devam etmektedir. Sure; “Kuşkusuz bu ilk sahifelerde vardır, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.” (18-19. ayetler) cümleleriyle biter. Bu ifade, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin, aynı bölgede evvelce de bilinen dinlerin bir devamı olduğuna işaret etmektedir, denebilir. İbrahim ve Musa’nın İbranî kökenli olduklarını, Kur’an’dan çok daha önce gelmiş olduğu varsayılan Tevrat’tan okumaktayız. Kur’an’ın İsrailoğullarına çok fazla yer vermesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre dokuzuncu sure Duhâ’dır. (Kuşluk Vakti) Surede geçen göksel kavram Rab, elçisi Muhammed’e sahip çıkmakta ve onu teselli etmektedir. Rab, elçisini bırakmamış, ona darılmamıştır. Onu öksüz bulup barındırmış, şaşırmış bulup yol göstermiş, fakir bulup zenginleştirmiştir. Bu koruyucu ve kollayıcı ifadelerden sonra şu mesaj dikkat çeker: “Öyleyse sakın öksüzün canını sıkma, / Ve sakın bir şey isteyeni azarlama.” (9-10. ayetler) Günümüzde çatışma/savaş, salgın hastalık, doğal âfet, göç ya da gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi nedenlerle her gün binlerce çocuk, yetim ve öksüz sayacına eklenmektedir. Bu, göklerden gelen teselliye bağlı olarak öksüzlere yardımın önemi vurgulansa da âlemlere rahmet olarak sunulan Allah’ın ya da Rab’bin aynı hassasiyeti yeryüzündeki diğer öksüzlere niçin göstermediğini bilemiyoruz.
Tevrat, İncil ve Kur’an resul ve nebilerin diğer insanlara üstünlükleriyle doludur. Bu göklerden verilen üstünlük ülkeleri yöneten kral/sultan/imparator/padişah gibi ünvan taşıyanlara da aktarılmış ve Allah’ın gölgesi halifeler ya da Tanrı kralların elinde insanlar zulme uğramıştır. Yetmemiş, dini temsil ettiğini iddia eden kurumlar oluşturulmuş ve insanlık inim inim inletilmiştir. Bugünün Taliban kafası, Ortaçağ Engizisyonundan farklı değildir. Birinin inancı diğerinin zulmü oluyorsa orada rahmet saçan, kurtuluş vaat eden, insanlığın yararına bir din olabilir mi?
Peygamberlere sunulan ayrıcalıklar insanlara gösterilmediği gibi, Yaratan eliyle bir insan diğerine mahkûm bırakılmaktadır. Bunun yansımasının bir örneğini Prof. Dr. Casim Avcı’nın, “İslam-Bizans İlişkileri (610-847)” adlı değerli eserinde okumaktayız.* Abbasi halifesi Mansur’a gönderilen Bizans elçisi Bağdat’ı gezmektedir. Köprü üzerinde dilenen insanları gören elçi, kendisine refakat eden kişiye, “Halife’nin bu insanlara acıyıp yardım etmesi gerektiğini” söyler. Refakatçi, Halife’nin durumu bildiğini ancak yeterli para olmadığını belirtir. Halife Mansur ise bu cevaptan hoşlanmayacak ve elçiye şöyle diyecektir: “Para ve mal çok. Ancak ben insanlar arasında ayırım yapmak istemiyorum. Ayrıca zenginlere de Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerden fakirlere vermek suretiyle sevap alma imkânı vermiş oluyorum.” O zenginlik Allah’ın ihsanı mıdır yoksa yönetenlerin, yönetimlerini ayakta tutmak için bazılarına sundukları bir imkân mıdır? Bu çark bu topraklarda hâlâ dönmektedir; din de kılıf olmuştur. Diğer yandan bir halifenin “Allah gibi” hareket etmesi doğal karşılanmıştır yüzyıllarca. Halifenin yetersiz, liyakatsiz, zalim hatta deli olması bile önemli değildir çünkü o, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Kabul bu yöndedir. Osmanlı padişahları arasında örneklerini bulabilirsiniz.
Burada Nutuk’tan şu satırları vermeden de geçmeyelim. 31 Ekim’de Müdafaa-i Hukuk Grubunun toplantısı yapılır. Mustafa Kemal Paşa, “Osmanlı saltanatının kaldırılmasının zorunlu olduğu” üzerine konuşur ve 1 Kasım günü yapılan Meclis toplantısında da İslam ve Türk tarihinde halifelikle sultanlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini, tarihsel olaylara dayanarak anlatır. Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı astırıp halifeliğe son verdiğini ve eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, “orada sanı halife olan bir sığıntıya” önem vermeseydi, “halifelik sanının, zamanımıza kadar miras kalmış bulunmayacağını” da belirtir. Ne yazık ki eğitim sistemi içinde bu bilgiler, genç kuşaklara aktarılamamaktadır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre onuncu sure İnşirah’tır. (Genişlik) Surede geçen göksel kavram Rab, elçisi Muhammed’e sahip çıkmaya ve onu teselli etmeye devam eder: Göğsüne genişlik vermiş, belini büken ağırlığını indirmiş, şanını yükseltmiştir. Yalnızca kendisine yönelmesini isteyen Rab, şu öğüdü verir: “Doğrusu, güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. / Doğrusu, o güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. / Onun için, bir işi bitirince diğerine giriş.” (5-7. ayetler) Bu ifadeler insanlık için de bir reçetedir, denebilir. Her güçlüğün yanında bir kolaylığın olduğunun bilinmesi, umudu diri tutmanın da bir yolu olabilir.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre on birinci sure Asr’dır. (Çağ/Asır/Zaman) Asr suresi, “Sıkıntılı zamana andolsun” yemini ile başlar ve “Doğrusu, insan ziyandadır. Ancak inananlar, yararlı iş işleyenler, birbirine gerçeği önerenler ve dirençli olmayı önerenler bunun dışındadır.” ifadeleriyle sürer. (Hüseyin Atay; Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Çevirisi) Asr suresi, toplam üç ayettir ve en kısa ilk suredir. İmam Şafî’ye göre, bu üç ayet tüm Kur’an bilimlerini kapsar. Şöyle demiştir: “Başka bir şey nâzil olmasa idi Kur’an’dan bu sure insanlara yeterdi. Bu, Kur’an’ın bütün ulumunu (bilimler) müştemildir.” Surenin adı olan “asr” kelimesi pek çok anlam içermektedir. Bunları; zaman, mutlak zaman, içinde bulunulan zaman, asır, Asrısaadet, ebedî zaman (dehr), bir şeyin vakti, gündüz ve gece, gündüzün iki ucu, ikindi vakti, kavim, oymak, yağmur, men etmek, vergi vermek şeklinde sıralayabiliriz. Dilbilimcilerin kelimenin farklı anlamlarını vermeleri elbette ufuk açıcıdır ancak sıradan vatandaşın anlaması gerekeni, Elmalılı Hamdi Yazır ünlü tefsirinde, tüm zamanlar ve insanlık için nokta atışı bir yorumla vermiştir. Şöyle yazar: “İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. O ömür ise dehirden bir cüzdür. Onunla akmaktadır. Hatta insan için dehir, ömründen hatta ömrünün içinde bulunduğu lâhzasından ibaret gibidir. Kârsız geçen her lâhza, o nefis sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır.” Yani insan hayatı “an” dan ibarettir ve her “an” değerlendirilmelidir. Bu durum, yukarıda verdiğimiz “Onun için, bir işi bitirince diğerine giriş.” ayetiyle de örtüşmektedir. Üç boyutlu evrenimizde “zaman” dördüncü boyuttur.
İnanç konusu her devirde sömürülmüştür ve bu devam edecektir. İstisnasız tüm dinler, ülkeleri yönetenlerin elinde araç olarak kullanılmıştır ve bu durum sürmektedir. Oysa insan kendiyle, yaratıcısı olarak kabul ettiği, inandığı ile ya da evrenle baş başa kalabilmelidir. Bu onun en doğal hakkı olabilmelidir. İşte o zaman birçok öğüt ya da uyarı hedefini bulabilecektir. 21. yüzyılın ilk çeyreğini doldurmak üzereyiz. “Fikri hür vicdanı hür” kuşakların yetişebilmesi, daha adaletli bir dünyanın sağlanabilmesi için artık devlet/ devletler ve ilgili kuruluşlar dinden elini çekmelidir.
Devam edecek…
* Prof. Dr. Casim Avcı; İslam-Bizans İlişkileri (610-847), TTK Yayınları, Ankara, 2020, s. 81