İrade kimin elinde?
Mekkî surelerle ilgili başlattığımız yazı dizisinin ikincisindeyiz. “Balık sahibi gibi olma!” başlıklı ilk yazımızda, İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre ilk üç sureyle yani Alâk, Leyl ve Kalem sureleri ile ilgili değerlendirmeler yapmaya çalışmıştık. Bu ilk üç surede; işkence, felaket ve ceza anlamlarını içeren “azap” kavramının; yalancı ve günahkâr perçemden sürüklemek, zebanileri çağırmak, alevler saçan ateş, ahiret azabı gibi ifadelerle öne çıktığını görmüştük. Bunlar azgınlık edenler, yalanlayıp yüz çevirmiş olanlar, Rabbin yolundan sapanlar içindir. Nimet cennetlerinde olabilmek için ise Allah’ı doğrulamak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak gerekir.
Öyle görünüyor ki azap da hoşnutluk da şarta bağlanmış ancak kime ya da neye göre?
Bugün milyonlarca kadın ve erkeğin, İslam adı altında istemedikleri bir hayat tarzı nedeniyle zulme maruz kaldıklarını, kılık-kıyafet-başörtüsü kurallarını ihlal etmek ya da düşünce belirtmek gibi gerekçelerle “dinden çıkmış” kabul edilerek öldürüldüklerini biliyoruz. Yönetimleri ele geçiren, kendilerine birtakım dinî sıfatlar veren birileri, insanların yaşamına müdahale ediyor, hayatlarını ellerinden alıyor, geleceklerini yok ediyor.
Kim dur diyecek? Anlamsız yere yitip giden hayatlardan kim sorumlu tutulacak, kaybolan kuşakları kim geri getirebilecek?
Bu korkunç adaletsizliğin elbette nedenleri vardır. Biz sureleri irdelemeye devam edelim…
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre dördüncü sure Müzzemmil’dir. (Sarınan) Surede geçen göksel kavramlar; Biz, Rab ve Ben’dir. Hitap doğrudan Muhammed peygamberedir ve kendisinden gece yarısı kalkması, Kur’an okuması ve Rab’bin adını anarak ona yönelmesi, kendisine karşı olanlara dayanması ve yanlarından güzellikle ayrılması istenir ancak bu kişiler “Biz” tarafından “ağır boyunduruklar, kızgın ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve can yakan azap” la tehdit edilirler. “Yeryüzünün ve dağların sarsıldığı gün, dağlar, yumuşak kum yığını haline gelir.” (14. ayet) ifadesiyle de tehdit sürer. Arap Yarımadası’nın tarih boyunca birçok depremle sarsıldığı bilinmektedir yani yöre halkı depremi bilmektedir.
“Yeryüzünün ve dağların sarsıldığı gün” gün ifadesine benzer ifadeler, Büyük (Pasifik) Okyanus’ta, 50-70 bin yıl öncesinde var olduğu düşünülen efsane Mu uygarlığını anlatan tabletlere kadar uzanmaktadır. Değerli tarihçi Sinan Meydan’ın “Atatürk ve Kayıp Kıta Mu” adlı çalışmasından bazı bilgileri paylaşalım. Meksika’daki Theotihuacan Palenk Mabedi Piramidi’nin duvarına kazılan yazıdaki şu ifadeler Mu’nun batışı ile ilişkilendiriliyor: “6 Kaan yılı, Zak ayı II Maluk günü başlayan korkunç yer sarsıntısı, 13 Şuen’e kadar devam etti. Mu kıtası felakete kurban gitti.” Diğer bir iddia Mezopotamya uygarlıklarından Kaldelilere ait Baal Yıldızı adlı yazıt. (M. Ö. 2000’li yıllar) Yazıtta Mu’nun batışı ile ilgili şu ifade yer alıyor: “Baal Yıldızı düştüğü zaman yedi şehir, altın kuleleri ile ve saydam duvarlı mabetleriyle günlerce sallandı…” Günümüze ulaşmış Kolomb öncesi üç Maya kitabından biri olan Cortesianus Kodeksi’ne göre de Mu uygarlığının yok oluşu şöyle: “Müthiş bir gürültüyle çöktü. Ateşle beraber cehennemin ağzına kadar indi. Ateş, kurbanını istiyordu…”
Demek ki kişileştirilmiş cehennem/ateş kavramı binler ve binlerce yıl öncesinde de sahnededir yani semavi dinlerle ortaya çıkmamıştır. Sureden devamla, Rab’bi yalanlayanlar ceza ile karşı karşıya kalacaktır. Kur’an metni boyunca yer alacak olan şu üçlü döngüyü ilk kez bu surede görmekteyiz: Üçlünün bir ayağı, kötülüğün, yanlış gidişin temsilcisi bir yönetici ya da azmış, sapkın bir toplum, ikincisi, bunlara gönderilen bir elçi, üçüncüsü de elçiye karşı gelinmesi durumunda verilen tanrısal ceza ya da yok etme. Buradaki örnek Firavun, ona gönderilen bir elçi ve elçiye karşı gelinmesi sonucu verilen ceza. Bir önceki surede (Kalem) olduğu gibi, surenin son ayetlerinde ifade farklılaşmakta; anlatılanların bir hatırlatma, Allah’ın da bağışlayıcı olduğu vurgulanmaktadır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre beşinci sure Müddessir’dir. (Bürünen) Surede geçen göksel kavramlar; Ben, Biz ve Allah’tır. Muhammed peygambere doğrudan hitap edilir ve kalkıp uyarması, Rab’bini yüceltmesi, zihnini arındırması istenir. Hz. Muhammed, yaptığı iyiliği daha çoğunu umarak yapmaması konusunda da uyarılır. Bu, yapılan iyiliğin daha çoğunu umarak yapmama uyarısı zamanlar üstü bir ifadedir, diyebiliriz ancak insanoğlunun çok büyük çoğunluğu bu konuda başarıyı yakalamaktan uzaktır. İstenen, saf niyetle ve maddi-manevi karşılık beklemeksizin yapılması gereken iyiliktir. Dikkat edilirse burada Rab/Allah/Biz kavramları da devrede değildir; onlar da kendi adlarına herhangi bir talepte bulunmamıştır. Belki de insanın, dolayısıyla toplumların yaşadığı ahlak çöküntüsünü durduracak olan, bu saf ve katıksız iyilik yapabilme bilinç ve şuurunu yakalayabilmek olacaktır.
Yüreklendirici ifadelerden sonra “Ben” tehditlerini sıralamaya başlar. “Bu sadece öğretilegelen bir büyüdür. Bu yalnızca bir beşer sözüdür.” (24-25. ayetler) ifadesini kullananlar “ne öldürür ne de bırakır, derileri kavurur” şeklinde betimlenen yakıcı ateşe sürüklenecektir. Suçlu olmanın diğer nedenleri; Allah’a yönelmemek, ilkelere karşı direnmek, gönlü hastalıklı olmak ve inkâr etmektir. Bu ifadelerle amaçlanan, iddiayı güçlendirmek adına ilahî iradeyi işin içine katarak Elçi’nin elini kuvvetlendirmek ve tebliğini rahatlıkla yapabilmesini sağlamak da olabilir mi? Suredeki son cümle ise yine şaşırtır çünkü; “Doğrusu, o, bir hatırlatmadır. Dileyen kimse onu anar. Ancak, Allah hatırlamalarını diler…” ifadesi, önceki tehdit dolu ifadelerle zıtlık içindedir ve karşımıza insana sonsuz bir seçme özgürlüğü tanıyan bir Yaratıcı çıkmaktadır.
Kutsal kabul edilen metinlerde yapan-yıkan gücün kurduğu örüntüyü dünya hayatında da görmekteyiz. Tarih boyunca birileri canlarını vererek devletler kurup medeniyetler oluşturmuş, birileri de tüm emekleri hiçe sayarak yakıp yıkmıştır. Günümüzün basiretsiz ve liyakatsiz yöneticileri sizce attıkları adımlarda Çanakkale’nin ve Kurtuluş’un şehitlerini akıllarına getiriyorlar mı? Anlamak için kindar-dindar ifadelerine, Şeyh Said övgülerine bakmak yeterli olacaktır.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre altıncı sure Tebbet’tir. (Alev Babası) Bu çok kısa sure, Hz. Peygamber’in amcası Ebu Leheb’in şahsına yöneliktir ancak tefsircilere göre Ebu Leheb’in lakabının “alev babası” anlamına gelmesi nedeniyle bu durum, Hz. Peygamber’e ve İslam’a karşı olanları da içerir; onları malları ve kazandıkları kurtarmayacaktır. Ünlü tefsirci Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a göre “alev babası” ifadesi Ebu Leheb ve benzerlerinin “cehennemlik” vasfına da işaret eder. Odun taşımanın ise kovuculuk anlamında olabileceği ancak asıl anlamın, kişinin dünyadaki şeref ve onuruna karşılık ahiretteki sefaletini göstermek olduğu tefsirlerde belirtilir. Lanetleme/beddua içeren Tebbet suresi de yine ateşle uyaran bir suredir ve Allah, tarafını seçmiştir. Bu bağlamda bir önceki surede yer alan “Doğrusu, o, bir hatırlatmadır. Dileyen kimse onu anar. Ancak, Allah hatırlamalarını diler…” seçeneği söz konusu değildir.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre yedinci sure Tekvir’dir. (Dürme) Surede kullanılan göksel kavram Allah’tır ancak ifadeler doğrudan kendisinin değildir. Sure, kıyamet gününü betimleyen ayetlerle başlar. Doğa olaylarının sıralandığı dizeler arasında “O diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda hangi günah yüzünden öldürüldü diye!” (8-9. ayetler) ifadesi de bulunmaktadır. Bugün canlı gömülen kız çocukları hâlâ var mıdır bilemiyoruz ancak birilerinin kız ya da erkek çocuklarını -kendinin veya başkasının- öldürmeye devam ettiklerini biliyoruz. Tecavüz, cinsel istismar ve her türlü zorbalığı da içerebilen bu çok derin konuya burada girmeyeceğiz ancak şu bilgiyi verelim. FİSA Çocuk Hakları Merkezi’nin raporuna göre; “2024 yılının ilk altı ayında Türkiye’de en az 343 çocuk önlenebilir sebepler dolayısıyla yaşamını kaybetmiştir.” (FİSA: Fikir ve Sanat Atölyesi Derneği; Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı Bilgi Notu Ocak-Haziran 2024) Burada şuna da dikkat çekelim: Öldürülen bir çocuk hakkında -son örnek Narin Güran cinayeti- sosyal medyada hemen cennet masalları başlıyor. Öldürülen, kız çocuğu ise işler cennette telli duvaklı gelin olmaya kadar gidiyor. Bu yeni tür duygu sömürüsü böyle devam ederse, cinayetler böyle cennet masallarıyla süslenirse, bunların önü alınabilir mi? Çocuk ölümleri medyanın eğlencesi ya da rivayetlerin malzemesi olmamalıdır ancak özellikle 21. yüzyılın başından beri dayatılan vasatlık her konuyu, her kavramı anında yozlaştırmaya kapı açmıştır.
Sureye dönersek; kıyamet alâmetlerini haber veren resul elbette şereflidir, deli olamaz ve Kur’an da bir hatırlatmadır. Elçi, burada da korunmakta, kollanmaktadır. Son ayetin (29) ise farklı iki çevirisi olduğunu okumaktayız. Hüseyin Atay çevirisine göre “Âlemlerin eğiteni olan Allah, kuşkusuz, dilemenizi diler.” Bazı çevirilerde ise Allah dilemediği takdirde insanın dileyemeyeceği vurgulanır. Birkaç örnek verelim: “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” (Yaşar Nuri Öztürk) “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Diyanet) Çevirisini “Fakat o âlemlerin Rabbi Allah dilemeyince siz dilemezsiniz.” cümlesiyle ifade eden Elmalılı da tefsirinde şu cümlelere yer vermektedir: “Maamafih ey insanlar veya ey istikameti dileyenler! Siz o istikameti başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz ancak Allah’ın onu meşiyyetiyle (bir davranışı tercih edip gerçekleştirme gücü) yani sizin dilemenizi dilemesi, iradenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.”
Ayetin konusu, bilim insanlarının ve filozofların da üzerinde kafa yordukları konulardan biridir. Sadece buradaki iki farklı çeviri nedeniyle şu sonucu çıkarmak mümkündür: İrade kimin elinde konusunda insanlık henüz bir uzlaşmaya varamamıştır.
İrade sahibi beyin ve akıl mıdır yoksa iplerimiz göklerin elinde midir?
Devam edecek…