Coğrafya kader midir (4)
Batı Sevr’den asla ve asla vazgeçmemektedir. Onların düşündüğü elbette Kürt kökenli vatandaşlarımız değildir. Amaçları; Ortadoğu’da sınırları değiştirmek, ülkeleri ve Türkiye’yi parçalamak! Ardında da Kürt özerk bölgelerinde önce “özerklik” ilan etmek, referandumla bu bölgeleri birleştirerek “Büyük Kürdistan”ı kurmak! Tıpkı Sevr’de yer alan maddelerde öngörüldüğü gibi…
SHP, 1991 erken seçiminde seçimlere katılmayan Halkın Emek Partisi (HEP) ile seçim ittifakı yapar ve Abdullah Öcalan’ın idaresinde olan Kürt kökenli milletvekilleri Meclis’e girer. HEP’li vekiller, yakalarındaki PKK renklerini taşıyan mendilleri ile TBMM’ ye gelirler. Hatip Dicle yemin esnasında“Bu yemin metnini Anayasa baskısı altında okuyorum!” der. Meclis’te âdeta kıyamet kopar. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, Dicle ve Zana’yı istifaya çağırır. Önce kabul etmeseler de “PKK, Kürt varlığını kabul ettirmeye çalışıyor!” sözleriyle terör örgütüne meşruiyet kazandırmaya çalışan Leyla Zana ile Hatip Dicle, Ocak 1992’de, diğer vekiller de Mart ayında SHP’den istifa ederler. Ardından Özgürlük ve Eşitlik Partisi (ÖZEP)’ni kurarlar. TBMM açılışında Kürtçe yemin etmeye de kalkışacak olan Leyla Zana ve arkadaşlarının bu eylemleri ne ilk ne de son olacaktır. Bu arada 1990’da kurulan HEP’in ardından sekiz Kürt kökenli siyasi parti kurulacak, bunlardan 2012 yılında kurulan Halkların Demokratik Partisi (HDP) varlığını günümüze kadar sürdürecektir.
Haziran 1992’de Iraklı Kürt liderlerle görüşen Özal; “Ben karşıyım ama federasyonu bile tartışmalıyız!” cümlesiyle yeni bir tartışma başlatır. İddialara göre Özal’ın “federasyon” dediği, Türkiye’deki Kürtlerle, Kuzey Irak’taki Kürtleri, Türkiye’ye bağlı bir federasyonun çatısı altında toplamaktır. Bilindiği gibi ABD’nin de planı budur…
Gazeteci Uğur Mumcu’nun 7 Ocak 1993’te Cumhuriyet Gazetesi’nde önemli bir yazısı yayımlanır. Iraklı Barzani ailesi ile İsrail Gizli Servisi MOSSAD’ın arasındaki ilişkiyi anlatmakta olan Mumcu, yazısının başlangıcında;“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?” der ve şöyle devam eder: “Barzani‘nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, ‘Hayır olmadı’ diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu”. Mumcu yazının son bölümünde şu soruları yöneltir; “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?” Uğur Mumcu, İsrail-ABD-Barzani ilişkisini ortaya döken bu yazısından iki hafta sonra 24 Ocak 1993 tarihinde öldürülür.
Uğur Mumcu’nun ardından 5 Şubat 1993’te Özal’ın prenslerinden ve beyin takımından Maliye Bakanı Adnan Kahveci, şaibeli bir trafik kazasında eşi ve kızı ile birlikte hayatını kaybeder. Adnan Kahveci’nin öldürülme sebebinin, 1992 yılında hazırladığı ve Turgut Özal’a sunduğu kapsamlı bir Kürt Raporu olduğu da iddialar arasında yer alacaktır.
17 Şubat 1993’te Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis şüpheli bir uçak kazasına kurban gider. Bitlis Paşa, Kuzey Iraklı Kürt liderlerle görüşmeleri yönetmekte ve onları ABD’nin güdümünden kurtarmaya çalışmaktadır. Eşref Bitlis; “Çekiç Güç varken PKK’yla mücadele başarıya ulaşamaz!” diyerek Çekiç Güç kuvvetlerine karşı çıkmaktadır. Bitlis Paşa, ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti’nin, Türkiye’nin zararına olduğunu söyler. İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçaklarının, PKK’ya yardım dağıttığı açıklamasını yaptıktan on gün sonra, Ankara’dan Diyarbakır’a gitmek üzere hareket eden uçağının düşmesi, Eşref Bitlis’in ölümünde suikast şüphesini kuvvetlendirmektedir. Paşa’nın uçağının “buzlanma” ve “pilotaj hatası” sonucunda düştüğü açıklanır. Kazanın üzerindeki sır perdesi yıllar sonra da kalkmayacaktır. Turgut Özal’ın Bitlis Paşa’yı Genelkurmay Başkanı yapmayı düşündüğünü ancak 1993 Ağustos ayında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in görev süresinin Başbakan Tansu Çiller tarafından teamüllere aykırı olarak yeniden uzatıldığını kısa bir not olarak ekleyelim.
17 Nisan 1993’te de Cumhurbaşkanı Turgut Özal ani bir kalp krizi sonrası hayata veda eder. Yıllar sonra Adnan Kahveci’nin oğlu ve Özal ailesi, ısrarla babalarının öldürüldüğü açıklamasında bulunacaklardır.
Turgut Özal’ın söylemlerinden sadece birini fikir vermesi açısından buraya alalım;“Türkleştirme tarihsel görevini yaptı. Kemalizm miadını doldurdu. Bölgesel kültürlerin daha geniş bir sosyo-kültürel etkinliğine izin verebiliriz!”
1994 yılı siyasî açıdan da ciddi kırılmaların yaşanacağı bir yıl olur. Mart yerel seçimlerinde RP sandıktan üçüncü parti olarak çıkar. İki büyük şehir İstanbul ve Ankara RP’nin eline geçer.
Türkiye, muhafazakâr yönetimler eliyle hızla din odaklı bir devlet yönetimine doğru evrilirken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gündeme bomba gibi düşen bir görüş dile getirir; “Kürt Devleti olgusuna hazırlıklı olmalıyız!”… Ardından da Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın, “Federasyon serbestçe tartışılmalı!” der. “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım, diyene!” cümlesiyle “Baba” dan geri kalmayan Başbakan Tansu Çiller, ileride çok fazla işlevsellik kazanacak olan “Türkiyelilik” kavramının belki de ilk isim annesi olma şerefine nail olur. “Federasyon” düşüncesinin Türkiye’nin bölünmesi anlamına geldiğini bilmiyor olabilirler miydi?
Tesadüfe bakın ki ABD jetleri, Irak’ın kuzeyinde, üç Türk subayının da bulunduğu iki Çekiç Güç helikopterini yanlışlıkla (!) düşürürler. Avrupa Parlamentosu ise Türkiye’ye, “Kürtlere özerklik tanınması” konusunda bir çağrı yapar. Tüm bunlar olup biterken Tansu Çiller, TBMM’de yaptığı bir konuşmada şu ilginç cümleyi sarfeder; “Türkiye, coğrafi bölgesindeki son sosyalist devlet olmuştu. Özelleştirmeyle biz onu yıktık.”
Batılı dostlarımızın PKK terör örgütüne yardım ve yataklığı her boyutta devam etmektedir. 1995 yılında PKK, Londra’da bir özel radyo ile anlaşarak İngiltere’den Kürtçe yayın yapma iznini koparır. Türkiye’nin, iznin iptali konusundaki girişimleri ise sonuçsuz kalır. Ekim 1992’de Kuzey Irak’taki Kürt Parlamentosu “Federe Kürt Devleti” kurulduğunu açıklamıştır. 1995 yılında bu kez, kapatılan Demokrasi Partisi (DEP)’nin yurtdışında bulunan altı eski milletvekili “Sürgünde Kürt Parlamentosu kurmak için bütün hazırlıkların tamamlandığı” açıklamasında bulunurlar. Hollanda, Kürt konferansına ev sahipliği yapar. PKK’nın aynı zamanda da 5. Kongresi olan bu konferansta “Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu Kararları” adı altında, bazı maddeler yayınlanır. Türkiye, Hollanda’nın teröre verdiği destek nedeniyle büyükelçisini derhal Ankara’ya çağırır. Ancak bu durum Batılı dostlarımızı çok da etkilemez. “Sürgündeki Sözde Kürdistan Parlamentosu” nun, 2. toplantısı Temmuz ayında Avusturya’nın başkenti Viyana’da gerçekleştirilir. Avrupa ülkeleri, PKK terör örgütüne destek vermekte âdeta birbirleriyle yarışır hale gelmişlerdir.
Bu arada Almanya’da Türklere ait evlere, dükkânlara ve ibadethanelere PKK yandaş ve sempatizanları saldırılar düzenlemekte, Alman polisi bazısını yakalamakta, çoğunu da ne hikmetse yakalayamamaktadır. Almanya, Türkiye’ye verdiği silahların PKK operasyonlarında kullanılmasını da istememektedir.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Batı’nın niyetinin farkındadır. Basına yaptığı açıklamada şunları söyler; “Bunların (Batı’nın) istediğini ben biliyorum. Sevr’i istiyorlar. Fırat’ın ötesini istiyorlar. Ne yapsak Batı’yı tatmin edemeyiz. Biz Osmanlı bakiyesiyiz. Osmanlı’dan 25 devlet çıkmış. İki devlet çıkamamış. Kürt devleti ve Ermeni devleti… Şimdi adam ne diyor? Uzat kolunu. E ne yapacaksınız? Keseceğim. Kolumuzu kestirmeyiz.”
1996 yılı geldiğinde Necmettin Erbakan başbakandır. Bir Afrika gezisine çıkar. Bu gezide ağır bir diplomatik skandal yaşanır. Libya lideri Muammer Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı, o meşhur çadırında, “Kürtlere eziyet edildiği” gerekçesiyle suçlar ve “Oldum olası merak etmişimdir, şu gökkubenin altında neden bir Kürt devleti bulunmuyor…” diyerek azarlar. Sözde Kürt devletine destek sadece Batı’dan değil, doğudan da gelmektedir. Erbakan ise bu azarlama karşısında sesini bile çıkartamaz.
Ankara’daki HADEP Genel Kurulu’nda “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur” ve “Yaşasın Başkan Apo” sloganları arasında PKK ve ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) bayrakları açılır. İplerinden koparılarak yere atılan Türk bayrağının yerine alkışlarla Öcalan’ın posteri asılır. Ankara DGM, kongre hakkında soruşturma başlatır. Bayrak indirme olayı yurtta büyük bir infial yaratır. Tüm yurtta bayrak asma kampanyası başlatılır. Türkiye’de bunlar yaşanırken PKK’ya Rusya’dan destek gelir. “Kürt sorununun çözüm yolları” konulu toplantılara bir yenisi daha eklenir. Türkiye’nin Kürt halkına karşı “soykırım” uygulamakla suçlandığı toplantıda, Rusya’ya gelen PKK üyelerine siyasî mülteci statüsü tanınması konusu gündeme getirilir. Bu, şaşılacak bir durum değildir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın sadık tebaası Ermenileri ilk kez kışkırtan ve silahlandıran ülke dönemin Rusya’sı (Sovyetler Birliği) değil midir?
Kazanın altındaki ateş hem içeriden hem de dışarıdan gittikçe harlanmaktadır.
Devam edecek…
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002