Siyasetin açlığı / açlığın siyaseti
“Her şeyi olanlar, hiçbir şeyi olmayanlarla neden ilgilensinler ki!”
Bu söz, Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar’a ait. Escobar, ilk ve en ünlü “narko-terörist” olarak tanımlanıyor. Uyuşturucu ticaretinin en parlak döneminde dünyanın yedinci en zengin insanı olarak ünlenen Escobar’ın çocukluğu ağır yoksulluk içinde geçmiş. Escobar, bir yandan binlerce insanın uyuşturucu ile zehirlenmesine, ölmesine neden oluyor, diğer yandan da Kolombiya’nın fakir halkı için “Robin Hood” elbisesi giyiyor. Fakir halk için hastane, stadyum ve konutlar inşa ettiriyor; spor takımlarına ve kurumlara sponsor oluyor. Escobar aynı zamanda düzeni değiştirmek istiyor. Kolombiya Liberal Partisi’nin adayı olarak, halkın oylarıyla Kolombiya Meclisi’ne seçiliyor fakat seçildikten iki yıl sonra, işlediği suçlar ifşa ediliyor ve istifa etmek zorunda kalıyor. Hikâyesi gerçekten büyük ve bir o kadar da kanlı ve acımasız.
Bu ilginç örneği seçmemin nedeni, son zamanlarda ülkemizde siyaset adına yaşananlar; ortaya dökülen çirkin çıkar ilişkileri, pervasız hesaplaşmalar, devlet-hükümet-işadamıgiller üçgeninin kapalı kapılar ardındaki bağları, birliktelikleri! İlişkiler ağındaki kişiler aynanın karşısına geçip kendimize bir bakalım demek yerine, aynanın arkasını sıvazlayan “sır” içinde kalıp iş üretmeyi fıtratları olarak görüyorlar.
Hikâyeler bir yönüyle hep aynı. Fakir başlayan bir hayat, düzeni değiştirme isteği, halkı yanına almak -ki bizim ülkemizde kullanılan temel unsur dindir ve Atatürk düşmanlığıdır- iktidara gelmek! Sonrası, sonradır!
Başta icraatlar iyi gibi görünse de güç arttıkça, çarklar farklı dönmeye başlıyor! Çarkın dönmesini sağlayanların her birinin elinde bir kaşık var; ama küçük ama büyük! Çark döndükçe herkes kendi kaşığını dolduruyor. Bu kaşık tutanların hepsi bir süre sonra “gözleri var görmez, kulakları var duymaz çünkü kalpleri mühürlüdür” durumuna geliyorlar.
Son kertede, aç karınları doyurmak da zül sayılıyor. Benden bu kadar, aç varsa onu da sen doyur diyorlar, yoksullukla alay ediyorlar. Yetmiyor, tıpkı Escobar’ın; “Her şeyi olanlar, hiçbir şeyi olmayanlarla neden ilgilensinler ki!” sözünde olduğu gibi “açız” diyenler bir anda “nankör” konumuna düşüyorlar.
Yine son kertede, gücü elinde tutan kişi ya da kurumlar gittikçe varlık nedenlerinden kendilerini soyutlamaya başlıyorlar! Mevkiler anlamsızlaşıyor, değersizleşiyor, edep unutuluyor, ağızlar bozuluyor. Kurumlar ise işlevini yitiriyor; hepsi o kaşık tutanları doyuran çarkın kulu haline geliyor.
Soyutlama arttıkça kimi kalın duvarları arasına çekiliyor, kimi izini kaybettiriyor, kimi de kamera-tripod elde, o mekân bu mekân dolanıp duruyor. Tüm terör örgütleriyle birlikte yol yürüyenler, ne istedilerse verenler bir bakıyorsunuz “sütten çıkmış ak kaşık” rolü ile racon kesmeye başlıyor; gerçekleri hatırlatanları suçluyor, zeytinyağı misali hep suyun üzerinde kalmaya çalışıyorlar. O su artık “salya” larla iyice kirlendi. Ancak o suyu temizlemek yerine yeni kanal açmanın yollarını büyük bir vurdumduymazlıkla, benden sonrası tufan mantığı ile ve de “inat” la sürdürüyorlar ve toplumu da buna “alıştırıyorlar”.
Açlığı gerçekten hissedenlerin, ekmeğine el konanların, çoluk çocuğunun geleceğinin karartıldığını düşünenlerin; siyasetçilerin tekerlemeleriyle esnafın, çiftçinin, öğretmenin, sağlıkçının, işçinin, emekçinin yani halkın, bu “açın halinden anlamayan toklara” sandıkta vereceği cevap ise merakla bekleniyor. Tabi kalan demokrasi kırıntıları adına sandık gelirse… Bu da ayrı bir yazı konusu…
Neden bu kadar ağır bedel ödüyoruz?
Tüm bunların kökünde yatan neden, şehit kanıyla kurulan Cumhuriyet’in değerlerini hiçe saymak ve nankörlük etmektir.
Tüm bunların kökünde yatan neden, “5 kuruş olan ekmek 7 kuruş” olduğunda Vali’ye hesap soran Cumhurbaşkanı Atatürk’ün yolundan sapmaktır.
Tüm bunların kökünde yatan neden, “Biz İstiklâl Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık.” diyerek Başbakan ve İçişleri Bakanı’nı sertçe uyaran Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aklını, basiretini ve dirayetini bir türlü anlayamamak ve anlatamamaktır.
Tüm bunların kökünde yatan neden, Cumhuriyet’in ilk devirlerini “zulüm” olarak niteleyenleri baş tacı etmek, onları yönetimlere getirmektir.
Bunlar kimlerdir?
Bunlar; dininden bihaber ve kula kul olmuş Allah ile aldatılanlar, yedi kuşak sonrasına yetecek servetine servet katma peşine düşenler, ikinci Cumhuriyet naraları atan çarpık zihniyet sahipleri, devrimleri anlatmakta yetersiz kalan sözde Cumhuriyet aydınları, aklını çalıştırmaktan uzak, adam sendeci, kendini kurtarmak yerine kurtarıcı peşine düşen kitleler ve karanlık senaryolardan beslenen politikacılardır.
Siyaseti, vatan sevgisiyle yapacak olanları işbaşına getirmek Türk Milleti’nin Cumhuriyet’e borcudur.
Yazımızı Kutadgu Bilig’den bir beyitle sonlandıralım.
“Beylerin etrafını kötüler çevirirse,
memlekete tamamen kötüler hâkim olur.”