Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Parçalı az bulutlu
15°
Ara

Geçtiğimiz süreçte aydın ve sorumluluğu üzerine düşünceler

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Geçtiğimiz süreçte aydın ve sorumluluğu üzerine düşünceler

Her insanın bir düzenden memnun olmama hakkı var,

ancak sadece bu hakka sahip olmak yetmez,

bu durum aynı zamanda ona

memnun olmadığı düzeni değiştirmek için

bir görev de yükler.”

Aydın kime denir?

Aydının geçerli bir tanımını yapmak için felsefi dayanakları olan bir temele oturtmak gerekir. Burada öncelikle sorgulanması gereken kritik soru şudur: İnsanı bu kadar vazgeçilmez ve değerli kılan nedir? Kanımca bu insanın değerli bir varlık olmasıdır. İnsanın değeri onun özelliğinden, özelliği ise onu diğer varlıklardan ayıran yanına dayanır. Bu temel ve belirleyici fark, insanın akıl sahibi bir varlık olmasından kaynaklanır.

O halde aydın olmanın ilk adımı onun akıl sahibi bir varlık olmasıdır. Akıl ise bilgi üretmeye yarar. İkinci adım, akıl sahibi kişinin bilgi üretmesidir. Bilgi realiteyi anlamak ve açıklamak için gerekli olan bir araçtır. Realiteyi bilince çıkran varlık ona karşı sorumludur da… Bilmek sorumluluktur. Çünkü bilmek sorumlu olmayı gerektirir, sorumluluk da yanlış giden bir şeyle karşısında müdahale etmeyi… Bugün yanlış giden o kadar çok şey var ki. Buna karşın “aydınım” diyen insanlardan korkudan ses çıkmıyor. Sormak lazım: O zaman bu nevi zevatın aydın olması ne kadar aydınlıktır?


 

ZOLA’NIN ÇIKIŞI

13 Ocak 1898 tarihinde Emile Zola hapsedilmeyi ve yurdundan sürülmeyi göze alarak ünlü “İtham Ediyorum” makalesini yayınladı. Zola bu makalesinde Yahudi kökeninden dolayı casuslukla suçlanan ve 1895 yılında haksız yere kürek mahkûmiyetine çarptırılan Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un aklanmasını istiyordu. Bu amaçla ordu ve adalet bünyesinde kurulmuş olan komployu her türlü riski göze alarak teşhir ediyor, dönemin cumhurbaşkanının şahsını hedef alarak itham ediyordu.

Komplocular yazısından dolayı Zola’yı yargıladılar. Ünlü yazar kendi ülkesinden İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Çok geçmeden gerçek anlaşıldı, Dreyfus aklandı, Zola ise ünlü “İtham Ediyorum” makalesi ile yeni bir çağ başlattı ve tarihte hak edilen yerini almış oldu. Bugün Fransa’da büyük kutlamalarla anılıyor. Bu kutlamalar aslında Fransa devletinin Zola’dan özür dilemesi, Fransa aydınının ise yüzyıl önce namusunu kurtardığı için Zola’ya minnet borcunu ödemesidir.

Sadece yorumlamak yetmez

aslaolan değiştirmektir

Diyelim “kişi biliyor” ama müdahale etmiyor, o taktirde bu durumu nasıl değerlendireceğiz?. Burada “aydın olmanın namusu” devreye girer. Aydın olmanın namusu bilmeyi yeterli görmez, müdahale etmeyi de görev sayar. Müdahale aydın için bir etik sorunudur. Ne yazık ki günümüzde “ben söyleyeyim ama sen yap mottosu” hakim. Bu da ister istemez toplumu esir alıyor, muktedirlerin işine geliyor. Dolayısyla buradaki tavra da aydın tavrı dememiz olası değildir. Çünkü aslolan sadece yorumlamak değil değiştirmek için bir şeyler de yapmaktır.

Bu yanıyla aydın, entelektüelden, uzmandan, bürokrattan ve akademisyenden ayrılır. Bu anlamda koşulları yerine getirdiği takdirde bir torna ustası aydın olabilir, koşulları yerine getirmediği takdirde bir üniversite profesörü bile aydın olamaz. Demek ki akademik kariyer aydın olabilmek için yeterli bir koşul değildir. “Müdahale” gerekliliği soruna ister istemez toplumsal bir boyut katmaktadır.

Temel ayraç risk yüklenmektir

Aydın aklını ve enerjisini kullanırken, bencil davranmayan, kendisi dışındaki insanları ve toplumu da düşünen kişidir. Çünkü bilmek sorumluluktur, sorumluluk ise paylaşmayı gerektirir, bu gereklilik aydın için son bir sınavı devreye sokar: Risk yüklenmek. Bu yüzden aydın müdahalede bulunduğunda egemenlerin gazabına uğrayabilir. Bu durumda aydın ile düzen arasında çatışma başlayacaktır. Bugün olduğu gibi…

Bu çatışmada aydın egemen güçlerin, düzeninin yanında yer almaz. Tersine düzene muhalefet eder. O nedenle güçlü güçsüz mücadelesinde; aydın, güçsüzlerin yanında yer almalı, kimsesizlerin kimsesi, güçsüzlerin sesi olmalıdır. Bu ister istemez aydını risk altına sokacaktır. İşte aydın için asıl zor aşama budur. Bu yüzden devletle başı hep derttedir. Onun için geri kalmış ülkelerin aydınları çoğunlukla ya hapiste ya da sürgündedir.

Saray sofralarında yer alanlar, dev uçaklarda siyasetçilerle seyahat edip onların davulunu çalanlar, üç beş kuruş nemalanacak diye egemeni övüp duran sanatçıların aydın kimlikleri tartışmalıdır..

Aydının kime karşı

nasıl sorumludur neden?

Aydın saraylara, otoriteye, egemene karşı sorumlu değildir, aydın halkına karşı sorumludur. Kişi yüksek bir diploma sahibi olabilir, bir sanat dalında faaliyet de gösterebilir, tanınmış bir kişi de olabilir, kitapları olabilir, yazı yazabilir. Bu türden zihinsel ve beceri gerektiren faaliyetlerin hepsinde söz sahibi olabilir. Ancak salt zihinsel etkinlik gösteren kişi entelektüel olabilir, belli bir alanda diploma sahibi olan uzmandır, üst düzeyde bir büro memuru olanın ise bürokrat’tır Ama bunlar aydın değildir. Aydın bütün bu terimlerden biraz daha farklıdır, fazladır. Aydını bürokrattan, uzmandan hatta entelektüelden ayıran temel özellik onun inandığı doğruyu söyleyebilme etiğine sahip olması, kitlelerin suskunluğa itildiği dönemlerde bile sesini yükseltebilme sorumluluğudur.

Böyle bir sorumluluk aydına bir iş bölümü sonucu verilmiş değildir. O bildiklerinden dolayı kendini diğer insanlara karşı sorumlu hisseden, bazen anlaşılamama pahasına mücadele eden kişidir”. Macit Gökberk, “Aydının, toplumu aklın ışığı ile aydınlatmak yolunda eleştiri görevini yüklenen kişi olduğunu, eleştiri geleceği biçimlendirmede aydınlara hem görev hem de sorumluluk yüklendiğini” ileri sürer.

Çünkü üstün bilgi, yetenek, diploma kariyer sahibi olduğu halde çağının ve insanın sorunlarından kaçan sorumsuz bir dizi kişi vardır. Buna karşılık, gerçek aydın yeryüzünde işlenen her kötülük ona dokunuyormuşçasına evrensel bir sorumluluk duygusuyla tutum alır. Kendi iyilik ve doğruluğunun insanlığın iyilik ve doğruluğuyla yakından ilişkili olduğunun bilincinde hareket eder.


 

TÜRKİYE’DE DURUM NEDİR?

Aydın olmak sadece sözde olabilecek bir şey değil, aynı zamanda pratikte de gösterilmesi gereken bir şeydir. Ömürleri kendi dışındaki sınıfların düşüncelerini savunmak ve bu düşünceleri yaymakla geçer. Bu nedenle her aydın kendi başına bir dünyadır ama bu dünya diğer dünyalarla irtibat halindedir. Aydın halkından kopuk değildir. Gramsci, “Aydın halkın tutkularını anlamazsa, onunla arasında duygusal bir bağ kuramazsa, halkla arasında bir mesafe olursa aydın olamaz” diyor. Bugünü düşünün korkudan sesi çıkmayan, halkının dertleri ile dertlenmeyen onca aydın geçinen insanın aydınlığı ne işe yarar. Yarın fırtına geçip de güneş açtığında herkes konuşur, yapar, aydınım diyen o zaman ortaya çıksa bile yarar?

Bu yüzden aydın ile ülke gerçeği hep çatışa gelen iki gerçek olmuştur. Özellikle çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ülkelerde durum budur. Bilginlerin, yazarların, sanatçıların bir bölümü, Barres’ın tespit ettiği gibi şöyle düşünüyorlar: “Ülkemiz yanlış yapsa da doğru olduğunu düşünmemiz gerekir” diyerek açık açık yanlıştan yana tavır takınıyorlar. Hatta bazı “aydınlar” bununla da kalmayıp, kendi ülkeleriyle ilgili düşünce ve söz özgürlüğü taşıyanları “ulus haini” saymaktan geri durmamışlardır.

Bu durumun en çarpıcı yaşandığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Sosyolog Emre Kongar, “Bu ülkede ‘hain’ olmak istemiyorsanız, evrensel ölçülere göre aydın olmaktan vazgeçmeniz gerekir” derken, aslında önemli bir gerçeği dile getirmiştir. Aziz Nesin, “Ah Biz Ödlek Aydınlar” adlı kitabında Türkiye’de kimi aydınları kısa görüşlü, gönlüne göre gerekçe uyduran ve ödlek olarak nitelendiriyor.

İktidar ortakları iktidarlarını daim etmek için kullandıkları baskının ötesinde işine gelmeyen herkesi beka yalanı ile hain ilan etmekten çekinmiyor. İşine gelmeyenleri terörize etmekten geri durmuyor. Karşısında dik duranları, gerçekleri dile getirenleri hapsetmekten çekinmiyor. Seçilmişlerin yerine kayyum atamaktan vaz geçmiyor. Gerçek aydınları, seçilmişleri, siyasetçileri haksızca içerde tutuyor. Siyasi partileri kapatıyor, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere işine gelmeyen anayasal kurumları hedef alıyor. Şimdi onlar bütün bunları yaparken susmak mı gerekir? Bir şey diyecek diye onların açtığı yolda yürümek mi gerekir? Bu muhalefetin de zaman zaman düştüğü en büyük tuzaktır. Bu tuzak sadece bu günü değil farkında olunmadan aydınlık yarınları da rehin alıyor.

Sonuç:

Sonuç olarak aydın, akıl sahibi kişidir; aklıyla bilgi üretir; bu bilgilerle evreni anlamaya çalışır; aklını ve enerjisini kullanarak çevresini anlarken, yanlış giden bir şey varsa müdahale eder; bu müdahale sürecinde bütün engellerin bilincinde olarak risk yüklenir.

İşte bu da aydının ayracının namusudur. Bu gün her zamankinden daha çok namuslu aydınlara ihtiyaç vardır.

KUTU1

TÜRKİYE’DE DURUM NEDİR?

Aydın olmak sadece sözde olabilecek bir şey değil, aynı zamanda pratikte de gösterilmesi gereken bir şeydir. Ömürleri kendi dışındaki sınıfların düşüncelerini savunmak ve bu düşünceleri yaymakla geçer. Bu nedenle her aydın kendi başına bir dünyadır ama bu dünya diğer dünyalarla irtibat halindedir. Aydın halkından kopuk değildir. Gramsci, “Aydın halkın tutkularını anlamazsa, onunla arasında duygusal bir bağ kuramazsa, halkla arasında bir mesafe olursa aydın olamaz” diyor. Bugünü düşünün korkudan sesi çıkmayan, halkının dertleri ile dertlenmeyen onca aydın geçinen insanın aydınlığı ne işe yarar. Yarın fırtına geçip de güneş açtığında herkes konuşur, yapar, aydınım diyen o zaman ortaya çıksa bile yarar?

Bu yüzden aydın ile ülke gerçeği hep çatışa gelen iki gerçek olmuştur. Özellikle çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ülkelerde durum budur. Bilginlerin, yazarların, sanatçıların bir bölümü, Barres’ın tespit ettiği gibi şöyle düşünüyorlar: “Ülkemiz yanlış yapsa da doğru olduğunu düşünmemiz gerekir” diyerek açık açık yanlıştan yana tavır takınıyorlar. Hatta bazı “aydınlar” bununla da kalmayıp, kendi ülkeleriyle ilgili düşünce ve söz özgürlüğü taşıyanları “ulus haini” saymaktan geri durmamışlardır.

Bu durumun en çarpıcı yaşandığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Sosyolog Emre Kongar, “Bu ülkede ‘hain’ olmak istemiyorsanız, evrensel ölçülere göre aydın olmaktan vazgeçmeniz gerekir” derken, aslında önemli bir gerçeği dile getirmiştir. Aziz Nesin, “Ah Biz Ödlek Aydınlar” adlı kitabında Türkiye’de kimi aydınları kısa görüşlü, gönlüne göre gerekçe uyduran ve ödlek olarak nitelendiriyor.

İktidar ortakları iktidarlarını daim etmek için kullandıkları baskının ötesinde işine gelmeyen herkesi beka yalanı ile hain ilan etmekten çekinmiyor. İşine gelmeyenleri terörize etmekten geri durmuyor. Karşısında dik duranları, gerçekleri dile getirenleri hapsetmekten çekinmiyor. Seçilmişlerin yerine kayyum atamaktan vaz geçmiyor. Gerçek aydınları, seçilmişleri, siyasetçileri haksızca içerde tutuyor. Siyasi partileri kapatıyor, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere işine gelmeyen anayasal kurumları hedef alıyor. Şimdi onlar bütün bunları yaparken susmak mı gerekir? Bir şey diyecek diye onların açtığı yolda yürümek mi gerekir? Bu muhalefetin de zaman zaman düştüğü en büyük tuzaktır. Bu tuzak sadece bu günü değil farkında olunmadan aydınlık yarınları da rehin alıyor.

KUTU2

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *