Bir ses misiniz yoksa müzik mi?
Metin danışmanlığımı yapan, sevgili yazar kardeşim Göksel Bekmezci, on yıl öğretmenlik yaptığı Müjdat Gezen Sanat Merkezi Yazarlık Bölümü’nde, henüz öğrenci olduğu zamanlardaki bir çalışma programından söz etti.
Doğrusu epey ilgimi çekti…
Birkaç döneme yayılan çalışma metodu şöyle işliyor… Herkes kendisi için bir hikâye konusu seçiyor. Örneğin adalet, aşk, ayrılık, yoksulluk… Her ne olursa… Başlangıçta bir şart yok, yazabilen dilediğince yazıyor. Fakat ne zaman ki metin tamamlanıyor; hikâye gözden geçiriliyor, değerlendiriliyor ve tekrar kaleme alınıyor. İşte kurallar da burada devreye giriyor. İlk kaide; öykünün teması diyelim ‘sevgi’ ise bu sözcük kullanılmıyor. Yani siz sevgiyi anlattığınız bir metinde sevgi sözcüğünün kıyısından dahi neredeyse geçemiyorsunuz. Okuyucunun okumasını değil, hissetmesini sağlıyorsunuz. Bitmedi! Bu sözcüğü çağrıştıran şefkat, ilişki, yakınlık, sarılmak gibi beş veya on kelimeyi daha kullanamıyorsunuz. Üstelik bunu 300 kelime ile gerçekleştirmelisiniz. Bir kelime fazla olduğunda ödeviniz sayılmıyor. Ayrıca yazıda geçen bir sözcüğü ikinci defa kullanamıyorsunuz, bir tane hakkınız var.
Doğrusu daha dinlerken bana zor gelmeye başlamıştı ki öğrencilerin durumunu düşünemiyordum… Kazara bunun biraz daha ötesi var mı diye sormuş bulundum. Sevgili Göksel, Olmaz mı? diyerek anlatmayı sürdürdü…
Buraya kadar ki kısım, meğer yazmanın başlangıç seviyesi içinmiş. İkinci veya üçüncü sınıfa geçildiğinde metot biraz daha başkalaşıyormuş. Şöyle ki… İleri seviyede yazmak isteyenler hikâyeyi iki şekilde kaleme alabiliyorlar; buraya kadar ki kurallar geçerli, bunların üzerine bir de “a” ve “e” harflerine kısıtlama getiriliyor. Yani öğrenciler aynı konuda yazdıkları metnin birinde “a” harfini, yine aynı metnin bir diğer yazımında ise “e” harfini kullanmıyorlar.
Siz bu satırları okurken yazmanın ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu düşündüğünüzü duyar gibiyim… Ki gerçekten de öyle… Bunun da bir üst modeli olmayacağını zannediyorsanız eğer yanılıyorsunuz. Çünkü tüm bu kaidelere ek bir de noktalama işaretlerini devre dışı bırakıyorsunuz. Metin büyük harfle başlıyor ve hiçbir noktayla, virgülle, ünlem veya soru işaretleriyle buluşmadan akıyor… Aslında bu, yazar adayını metinde neredeyse kusursuz bir ahenk yaratmasının önünü açan muhteşem bir yöntem!
Düşünsenize herhangi bir sunumunuzda bu çalışmanın birkaç maddesini uygulasanız dahi, içinizden ne cevherler çıkarırsınız.
“Yazmak, konuşmanın resmini çizmektir.”
Sönmez Atasoy
Sevgili okurlar; bildiğiniz üzere ben girişimci, iş insanıyım. Ve aynı zamanda bir ‘Başarı Mühendisiyim’. Bir amaca erişmenin; daha faydalı, daha iyi insan olabilmenin zeminini hazırlar, bu yolda yürüyecek insanların karakterlerine uygun bir yol haritası çizer ve sunarım. Ve ben aynı zamanda kendimi bir hatırlatıcı olarak görürüm. Her insanın bir zamanlar emeklerken yürümeye, yürürken koşmaya başladığını yani zaman içinde kendini kademe kademe geliştirip, bugünlere ‘başarıyla’ geldiğini hatırlatırım. Ardından şimdi yürüyeceği yepyeni yolda her düşüşün bir kalkışı, her batışın bir doğuşu ve her inişin bir yükselişi olduğunu birbirinden farklı hayat hikâyeleriyle sunarım… Kısacası ben, insanların kendini gerçekleştirmesine katkı sağlarım!
Derseniz ki biz yazar değiliz, yazarlık derslerindeki bir konuyla neden ilgilenelim? Size şunu söyleyebilirim; başarı çok yönlü bir olgudur. Dünyanın akışını değiştirmiş liderlere, bilim insanlarına, sanatçılarına, mimarlarına bakın; her birinin birden fazla maharetlerinin olduğunu; kısacık ömürlerine en az üç ömürlük iş sığdırdıklarını ve dünyadan ayrılsalar dahi fikirlerinin, eserlerinin yaşadıklarını göreceksinizdir. Yazarlık veya başka bir ders; her ne olursa olsun, insanın ve hatta insanlığın seviyesini yükseltiyorsa başarılı olmayı hedefleyen biri bu oluşla doğrudan ilgilidir. Çünkü o alandan duyacağı bir söz, göreceği bir yöntem belki de gücüne güç, ömrüne ömür katacaktır.
Dinlediğim bu çalışma metodu oldukça ilgilimi çekti. Ancak sizinle paylaşma nedenim en son duyduğum kaideydi. O da bir müzikti! Evet, tüm bunlara ek bir de müzik mi dâhil ediliyor diye sorabilirsiniz… Söz konusu ödevde yazar adayı her ne yazmaya karar veriyorsa bunu, seçtiği bir müziğin ritmiyle gerçekleştirmeli. Hikâyedeki iniş ve çıkışlar, çatışma ve çözümler, başlangıç ve bitişler, sessizlik ve söyleyişler… Bir öyküyü öykü yapan her ne varsa seçilen müziğin ritmine, akışına, ahengine göre olmalı…
“Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanırlar.”
Nietzsche
Şimdi, yazar adaylarının serüvenini burada bırakıp kendi serüvenimizle, bu yöntemden ne alacağımızla ilerleyelim… Benim en heyecan duyduğum kısım, müziğin ritminin bir çalışmaya dâhil edilmesiydi…
Her hareketimiz yaşamla bir temastır ve her temasın bir de sesi vardır. Çıkardığımız ses veya sesler müzik anlamına gelmez. Bilinçli yapmıyor, bir ahenk oluşturmuyor, duyguya hitap etmeyip, savruk hareket ediyorsak içimizdeki müziği değil, gürültüyü çıkarıyoruz demektir.
Ve ne yazık ki bazı kimseler bunun farkında olmadıkları yetmezmiş gibi bir de kendi gürültüsünü müzik zannetmektedir.
Oysa kendi ezgimizi ortaya çıkarabilmek için tüm notaları doğru bilmenin yanında, doğru bir aleti de seçmeli ve bunları uyumlu bir hale dönüştürüp, işlememiz gerekmektedir. Bu da bizim, hedefimize yakınlaşmamızı kolaylaştıracağı gibi aynı zamanda konuyu bütünsel ele almamızı ve bütünsel bir planla uygulamamız anlamına da gelecektir.
Öyle ise! Bizim yaşam ritmimiz nedir? Başarmayı hedeflediğimizde ritmimizi nasıl ayarlamalıyız? Akışımızı hızlandırmalı mı yoksa yavaşlatmalı mıyız? Başarı yolculuklarının hep ilerleme üzerine olduklarını görmektesinizdir. Doğru! Hiç mi dinlenmek, durmak yok diye sorabilirsiniz. Durmak da var, dinlenmek de… Ve hatta bazen vazgeçmek de… Ancak bir müziğin akışı gibi, nerede, ne zaman duracağımızı; nerede ne zaman yükselip alçalacağımızı, yeri geldiğinde sessiz kalacağımızı bilirsek işte o zaman müzik hiç susmamış, hep sürmüş olacaktır. Dolayısıyla amaca giden yolda yerinde ve zamanında yürümeyi, koşmayı ve müzik terimiyle es vermeyi öğrenebilirsek, konumuz hiçbir zaman vazgeçmeye rastlamayacak ve sadece ilerleme sağlanacaktır.
İşte, bunun gerçekleşmesi için hayatın hangi notalarına ihtiyacımız olduğunu, amacımıza ulaşmak için hangi aletleri kullanmamız gerektiğini, yeni beceriler geliştirmeye ihtiyacımız olup olmadığını kestirmemiz, bilmemiz gerekiyor. Bunun için de doğru insanlarla iletişim kurmak, kişisel gelişim kitapları okumak, biyografi üzerine belgeseller izlemek hayatımızı oldukça kolaylaştıracaktır.
* * *
Kendinize dönüp baktığınızda; yaptığınız işi A’dan Z’ye ele aldığınızda… Tutumunuz, davranışınız, disiplininiz, gelir seviyenizdeki memnuniyetiniz, iş gücünüz ile geliriniz arasındaki dengeniz; işinizden dolayı etkileşim halinde bulunduğunuz kimseler; aileniz, ekibiniz, komşularınız ve herkes… Tüm bunları düşündüğünüzde… Sizin yaşamla temasınızın bir sesi mi var yoksa ezgisi mi?
Sizden dolayı ortaya çıkan ritimde dans mı edilir yoksa ortamdan çekilip mi gidilir?
Bildiğiniz gibi, sesle ezgi arasında muazzam bir fark vardır. Her şey ses verebilir fakat sesin müziğe dönüşmesi bir emek, bir matematiktir! Önce ritim gelir, ardından ezgi… Bundan dolayı yaşam ritmimizin bir melodiye dönüşebilmesi için bilmeye, öğrenmeye, gelişmeye açık olmamız gerekir, ki hayatımızı bir sanata dönüştürebilelim…
Hiç düşündünüz mü, sizin yaşamınız hangi müziğe karşılık gelir?
Kendinizi gerçekleştirme modeliniz saman alevi gibi parlayıp sönen şarkılara mı benziyor yoksa bir tek yaz tatillerinde dinlenip unutulanlara mı?
Her gün işe gidip gelişleriniz, evinize yorgun veya keyifle dönüşleriniz bir sanat müziğini mi andırıyor yoksa bir rock müziğini mi?
Tüm bunları boş verelim; kendiniz seçseydiniz, hangi ritmi hayatınızın müziği olsun isterdiniz? Klasik bir müzik gibi mi yaşamak isterdiniz yoksa caz mı? Gündelik işlerinizden, koşturmalarınızdan ortaya çıkan sesin bir arabesk müziğine mi yoksa pop müziğine mi dönüşmesini dilerdiniz?
Belki de hayatınızı yansıtan müzik blues ya da elektroniktir. Belki de ilahi müziklerdir…
Hangisi sizi karşılarsa karşılasın… Hangisi olmak istediğiniz kişinin duruşunu yansıtırsa yansıtsın; beğenelim veya beğenmeyelim tüm bu müzik türlerinin üzerinde düşünülmemiş tek bir an, tek bir tını dahi yok. Her biri birer matematik ürünleridir.
Bizi de bir ses olmaktan bir müzik olmaya taşıyacak olan şey bütünüyle doğru, verimli ve planlı çalışmaktır; attığımız her bir adım üzerine düşünecek, söyleyeceğimiz her bir sözdeki harflerin bilincine erecek ve sonuçları önceden görebilecek yetimizi kendimizde geliştirmektir. Yoksa hep başka hayatların müziklerini dinler, başka kimselerin gürültülerine maruz kalır ve hayata katkı sağlayamadan bir ömrü yaşayabiliriz.
Bugün kendi müziğinizi düşünün.
Bugün yaşam müziğinizin ilk adımlarını atın.
Ve bugün bir plan yapın insanların;
hayatın ruhuna dokunun!
Kemençe
Madem bu haftaki yazımızda müziği tema olarak seçtik, bununla paralel bir anıyla tamamlayalım sohbetimizi… Sevgili yazar kardeşim Göksel’den alıntıladığım bir hatıra… O da öğretmeni araştırmacı, yazar Sunay Akın’dan dinlemiş…
Usta edebiyatçı Sunay Akın yazarlığa henüz adım attığı gençlik günlerinde ilk daktilosunu almış ve büyük bir heyecanla tüm zamanlarını onunla geçirmeye başlamış. Daktiloyla uyuyor, daktiloyla uyanıyormuş… Neredeyse odasından hiç çıkmayıp, kendini kelimelerin dünyasına bırakıyormuş…
O günlerde genç kalemin ailesiyle yaşadığı Trabzon’daki evlerine bir aile misafirliğe gelir. Büyükler salonda sohbet ettikleri sırada bir küçük, yazarımızın çalışma odasına girer ve bir kenara geçip, sessizce yazarı izlemeye koyulur. Büyük bir iştahla kendini kelimelere kaptırmış olan genç Sunay Akın’ın soluk almadan bastığı tuşlardan ortalığa saçılan sesler neredeyse birer ezgiye dönüşüyordur. O sıra yerinden kalkıp yavaşça masaya yaklaşan çocuk, hayatında ilk kez gördüğü daktiloya bakmaya başlar… Ve biraz zaman sonra, bir anlık boşlukta şöyle söyler:
“Benim babam da kemençe çalıyor!”