Başarılı biri olmak mı, başarılı bir insan olmak mı?
Sevgili okurlar…
Kitaplarımı okuyanlar, eğitim ve konferanslarıma katılanlar bilirler ki ben başarıyı parça odaklı değil, bütün odaklı ele alır ve işlerim.
Elbette yeri geldiğinde yapılması ve yapılmaması gereken hususları maddeler halinde dile getiririm. Ancak izahımı genişten dara doğru yaparım.
Yazdıklarımı geriye dönük okuyanlar göreceklerdir ki en sık şu söylemleri kullanırım: “başarı/başarmak”, “kendini gerçekleştirmek”, “çalışmak (doğru, planlı, verimli)”, “yol/yola çıkmak/yolda olmak”, “hedef”, “amaç”, “amaca hizmet”, “rehber”, “güçlü nedenler” ve bir de “paylaşmak.”
Bunu şundan dolayı belirttim; ne hayat kelimelerden ibarettir ne de kelimeler kendi başlarına birer hayat edebilmektedir. Kelimeler, düşüncelerimizi doğru ifade edebileceğimiz muhteşem birer gereçtir. Önemli olan onları dile getirişimiz değil, nasıl dile getirişimiz ve içini nelerle doldurduğumuzdur.
Bu yazımda başarı yolculuğunda pek de dile gelmeyen bir kavramdan söz etmek istiyorum size… Bir zeminden… Bir zemin olmadan yükselmekten nasıl söz edebiliriz ki? Bir kuş olsaydık eğer uçmanın zemini kanatlarımızdır derdim. Ancak bu da yetmezdi; uçmak bir yetenekse eğer bunu çalıştırmadan geliştiremezdik. Başarılı insan, olanla yetinmeyen her daim olması gerekene odaklanan ve bunu gerçekleştirendir. Birçok kimse ya bir zemine dayanmadan ya da sağlam bir zemin oluşturmadan yola çıktıklarından başarı yolculuklarındaki ilk sarsıntıda geriye adım atmaktadırlar.
Başarı, bir kimseyi olduğu halinden daha iyi bir insan haline dönüştürmüyorsa orada doğru yönetilmeyen, doğru işlemeyen bir mekanizma var demektir. Bu da büyük ihtimalle bir alt yapı eksikliğinden kaynaklanabilmektedir, yani bir zeminin yoksunluğundan.
Bana “başarımın anahtarı nedir?” diye sorulduğunda tereddütsüz “paylaşmak” yanıtını veririm. Ben her daim; gelişmek, başarılı biri haline dönüşmek; daha varlıklı, daha sağlıklı ve daha geniş zamanlı bir hayatı isteyenlere zamanımı, bilgimi, planlamalarımı, deneyimlerimi paylaşmaktayım. Yakınlarımın gelişimine koşulsuz katkı sağlarım ki birlikte yükselebilelim. Herkesin mutsuz olduğu bir mahallede kimin yüzü gülebilir ki?
İşte kendini gerçekleştirmenin sırrı budur: paylaşmak!
Daha iyi yaşamanın bilgisi elimizdeyse ve bunu ailemizle paylaşmıyorsak, bilgi bir yüke dönüşecek ve evimize mutsuzluk enerjileri girecektir. İşleri daha da büyütmenin anahtarı elimizdeyse ve bunu ekibimizle paylaşmıyorsak, anahtar bir ağırlığa dönüşecek ve çalışanlar işleri belki de uçuruma sürükleyeceklerdir. Kısa yolu biliyor ve bunu genç kardeşlerimizle paylaşmıyorsak yorgun bir nesil yetişecektir. Paylaşmaktan korkan, verdiğinde kendisinin de eksileceğini sananlar olabilir; şunu gönül rahatlığıyla dile getirebilirim ki ben paylaştıkça fakirleşen kimse görmedim. Fakat paylaştıkça çoğalan; paylaştıkça büyüyen, gelişen birçok kimse gördüm ve görmekteyim.
“Doğanın o muhteşem ve efsanevi
kanununa göre hayatta en çok hasretini çektiğimiz
üç şeye –mutluluk, özgürlük ve huzur– ancak onları
başkasına vererek ulaşabiliriz.”
Peyton Conwat March
Evet! Bir hedef belirlendiğinde ve buna ulaşmak için doğru bir sistem oluşturulup uygulamaya geçildiğinde, herkes başarılı biri olabilir.
Fakat sistem hem doğru, hem iyi, hem de güzel uygulandığında başarılı insan olunabilir. Biri olmakla insan olmak arasındaki temel ayrıntı ne midir? Değerdir! Değer, insanlığın en hayati vitaminidir.
Bugün bir marketteki kasiyere “işinizi ne kadar güzel yapıyorsunuz” dediğimizde, bir yakınımızı arayıp “her zaman içten konuşan birisin” diye söylediğimizde; anne-babamızı veya kardeşimizi ve hatta bir arkadaşımızı arayıp “bu hayatı seninle yaşadığım için ne kadar şanslıyım” diye duygumuzu dile getirdiğimizde… Göreceğiz ki, kalplerine dokunduğumuz bu insanlar bize hayatlarını, imkânlarını, kalplerini daha fazla açacaklar. Bu paylaşmanın gücüdür. Bu paylaşımlarımızda ne bir masraf vardır, ne bir zaman kaybı, ne de acele etmemizi gerektirecek bir zorunluluk.
İnsanlarla, doğayla ilişkiniz ‘vermek’ üzerine olduğunda, ‘almak’ da harekete geçmekte ve bunun karşılığını hayat en güzel haliyle bize vermektedir.
Hiçbirimiz kendimizden ibaret değiliz, biz paylaştıkça çoğalan, paylaştıkça güçlenen ve büyüyen canlılarız.
Bundan dolayıdır ki paylaşmadan başarı sağlanamayacağını açıkça söyleyebilirim. Bir işin üstesinden gelebiliriz, bir işi en iyi biz yapabiliriz, o alanda tek başımıza söz sahibi de olabiliriz fakat doğru karakter taşımıyorsak eğer hayatı sadece kesmek, biçmek, ölçmek üzerinden teknik yaşıyorsak kimsenin bizi sevmesine de imkân vermiyoruz demektir.
Nice başarılı kimseler vardır ki karakterinden dolayı aldıkları tüm alkışlar, tüm ödüller, tüm ilgiler yaşamlarında birer ağırlığa dönüşmüş, altında ezilmiştirler.
Oysa ‘takdir’ her zaman, her yerde ruhumuzu hafifleten bir hediyedir.
Usta şair Ahmet Arif’in de dediği gibi “Bir gönül inceliğidir, bir insana değerli olduğunu hissettirmek.”
Peki, sevgili okur… Siz en son kimi gönülden takdir ettiniz?
En son kime gönülden güzel bir söz söylediniz?
En son kime moral verdiniz?
Öyle ya, vermek/paylaşmak bir tek parayla mı olur sanıyoruz? Moral vermek de, gülümsemek de paylaşmak demektir. Bugüne kadar kızarak kaç konunun üstesinden gelebildiniz; peki, ya gülümseyerek, karşınızdaki kimselere güzel sözler söyleyerek? Paylaşmamızın temeli her daim neşe ile olmalıdır. İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in “Vereni nezaketsizse, gösterişli hediye fakiri gücendirir” sözünü de bu satırlara eklemeliyim.
* * *
Dervişin Kaşıkları
Bu yazımızı da; paylaşmanın insanı eksiltmeyip çoğalttığı, aç bırakmayıp doyurduğu, kızdırmayıp neşelendirdiğine dair William Gapeynski’nin “Dervişin Kaşıkları” isimli muhteşem masalıyla tamamlayalım. Ve her zaman hatırlayalım ki değerlere gösterdiğimiz ihtimam bizim, ‘biri’ olmakla ‘insan’ olmak arasındaki farkımızı da ortaya çıkarmaktadır.
“Bir gün bilge kişiye, bir şeyden söz etmekle o şeyi yaşamak arasında nasıl bir fark olduğunu sorduklarında, bilge, soruyu biraz daha anlaşılır kılmak isteyince “Örneğin sevgi…” dediler. “Sevgiden söz edenlerle bir tek onu yaşayanlar arasında nasıl bir fark vardır?”
“Eğer bunun yanıtını gerçekten merak ediyorsanız yarın akşam dışarıda, büyük bir sofra hazırlayın” diye karşılık verdi bilge ve yanlarından ayrıldı. Ardından bir marangoz ustasına uğrayıp sapı bir metre uzunluğunda on tane kaşık ısmarladı.
Ertesi gün yemeği büyük bir merak ve heyecan içinde hazırlayanlar bilgeyi beklemeye koyuldular. Bir de baktılar ki bilge ve yanında bir grup insan, yemeğin bulunduğu alana doğru geliyorlar.
Davetli kimselerin ortak özellikleri, sevgiyi dillerinden düşürmeyen kimselerdi. Doğrusu bilgenin böyle ince düşünmesine pek şaşırdılar.
Sofrada herkes yerini aldıktan sonra, ilkin birer tas çorba ikram edildiğinde bilge ayağa kalktı ve yemeği hazırlayanlara teşekkür edip, konuklarına hoş geldiniz, dedi ve şöyle devam etti. “Evet! Sizi bir şartla yemeğe çağıracağımı söylemiştim. Davetime icap edenler bu şartımı kabul etmiş sayıldılar. Çorbanızı elimde gördüğünüz bu kaşıklarla içmenizi istiyorum. Ancak ucundan tutmak koşuluyla…”
Tüm konuklar bu şartı memnuniyetle kabul edip, çorbayı içmeye koyuldular. Fakat o da ne! Görüntü hiç de öyle iç açıcı değildi. Kimse çorbayı kâseye daldırıp, ağızlarına götüremiyordu. Biraz da gülünç duruma dönüşen konuklar karınlarını doyuramadıkları gibi sofranın her yerine çorba dökmüşlerdi. Misafirlerin uğurlanmalarının ardından, bilge, bir gün önce soruyu soran kişilere dönüp, “Yanıtı hâlâ merak ediyor musunuz?” diye sordu. “Evet” karşılığını da alınca, “Öyleyse yarın akşam bir sofra daha kurun” dedi.
Ertesi akşam sofranın hazırlanmasıyla birlikte bilge ve bir grup insan alana doğru geldiler. Önceki konuklarla şimdikiler arasında hatırı sayılır bir enerji farkı vardı. Samimi, gözleri gülümseyen, yüzleri parlayan bu kimseler, yerlerini alırken dahi teşekkür etmekteydiler.
İlk ikram çorbaların gelmesinin hemen ardından ayağa kalkan bilge, sapı bir metre uzunluğundaki kaşıkları konuklara uzatıp, ucundan tutmaları koşuluyla yemeğe başlayabileceklerini söyledi ve afiyet olsun diyerek yerine oturdu.
Misafirler sanki daha önce konuşup, anlaşmışlar gibi kaşığın uçlarından tutarak,
kendi önlerindeki değil de karşısındaki kişilerin kâselerine daldırıp, çorbayı da onların ağızlarına uzatıp bir güzel içtiler. Ardından diğer yemekler de servis edilerek olağan yeme-içme düzenine geçtiler. Böylece hem herkesin karnı doydu, hem de sofraya tek bir çorba dahi damlamadı.
Yaşam dediğimiz...
Misafirleri uğurladıktan sonra bilge, sadece sevgiden söz edenlerle, sevgiyi yaşayanlar arasında nasıl bir fark olduğunu soranlara, öncelikle emeklerinden ve sabırlarından ötürü teşekkür etti ve şöyle söyledi; “Bakın! Her kim olursa olsun, yeryüzü sofrasında bir tek kendini görür ve bir tek kendi karnını doyurmayı düşünürse, o kimse aç kalır. Fakat her kim olursa olsun, başkalarını da düşünür, onların da doyması için katkı sağlarsa, bir başkası da onun doymasını sağlar. Yaşam dediğimiz bu dünyada alan değil, her zaman için veren kazançlıdır.”