İşinize katlanmayın işinizi katlayın! (1)
‘Ruhlarını kapıda bırakanlar’ diye bir cümle okumuştum ve etkilenmiştim. Yaptığı işi sevmeyenleri, iş yerlerine ayağı geri geri gidenleri, işine katlanmak zorunda kalanları ifade ediyordu bu söz. Kapıda ruhunu bırakıp işe gitmek! Ne kadar ağır bir yük, değil mi?
Zaman zaman danışmanlık hizmeti verdiğim şirketlerde ya da hem eğitim verdiğim kişilerle hem de iş yaşamındaki dostlarımla yaptığım sohbetlerde birçok kimsenin ‘mecburiyetten’ işine katlandıklarına tanık oluyor, duyuyor, hissediyorum. Onların içinde yaşayan ‘kendini gerçekleştirme’ potansiyellerininin farkında olduğum için de doğrusu üzülüyorum.
Bu yazımda ilkin katlanma, ardından katlama üzerine bazı şeyleri kaleme alarak sizinle paylaşacağım…
“Geliriniz doğrudan felsefenizle
ilişkilidir, ekonomi ile değil.”
Jim Rohn
Ömrümüzün 40 yılını, haftada en az 40 saat çalışarak geçiriyoruz. Emekli olabilirsek eğer maaşımızın en fazla %40’ını alabiliyoruz.
İşe katlanmak sadece maaşlı çalışanlar için mi geçerli? Söz konusu kişi, bir işverense peki? Bir firma sahibi de işine katlanıyor olabilir mi?
Yakın zaman önce sevdiğim ve başarılı bulduğum bir iş insanı dostum, bana gururla üç günlüğüne Bodrum’a tatile gidip nasıl kaçamak yaptığını süsleyerek anlatıyordu… Kendisine, “İş yerinde çalışan tüm personelin yılda en az iki hatta dört hafta tatil yaparken, sen bana sadece üç gün tatil yapabilmeni mi gururla anlatıyorsun? Bunda bir gariplik yok mu?” diye sorduğumda, yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Çalışanlarından daha zor durumda olduğunu belki de ilk kez fark ediyordu.
Zor durumda gördüğüm gerek maaşlı çalışanlara, gerek kendi işini yapan dostlarıma “İşe neden katlandıklarını” sorduğumda, genellikle şu yanıtları alıyorum;
- Böyle gelmiş böyle gider! (Kabulleniş)
- Herkes böyle zaten. (Sürü psikolojisi)
- Dünyanın düzeni bunun üzerine kurulmuş! (Sanı)
- Başka çarem mi var? (Yenilikten korkma, çaresizlik hissi)
- Bir ben mi değiştireceğim bu düzeni. (Değersizlik hissi, kabulleniş)
- Dur sende başıma iş çıkarma. (Yeniliğe direnç, duymaya dahi tahammülsüzlük)
Aldığım yanıtların yanına parantez içinde yazdıklarım şahsi görüşümdür, birer teşhis değil.
“Seveceğin bir iş seçersen,
yaşamında bir gün dahi çalışmış olmazsın.”
Konfüçyüs
Kendine zarar veren, kendi gelişimini engelleyen, kendi olabilmeyi kendine uzak hatta imkânsız gören bir bilincin sadece hayatta kalmak uğruna yapabileceği tek bir şey vardır, o da kabulleniştir.
Koşullarımız her ne olursa olsun, ilerlemek için olanı kabul etmemiz gerekir. Mevcut halimizi reddederek, yok sayarak, görmezden gelerek daha iyi bir biz olamayız. Bir hasta, hasta olduğunu kabullenmeli ki tedavi sürecine girilebilsin. Bu, kabullenişin pozitif kullanımı, ilerlemenin bir yakıt aracıdır.
Bir de birkaç satır üstte belirttiğim kabulleniş vardır ki; hiçbir şey yapmamanın sonucudur ve rahatlatıcı bir his yaratır; bu da kabullenişin negatif yönde kullanımı ve hatta zehirli tarafıdır. Bu ince çizginin farkında olmamız gerekir.
Bugün, ‘köle’ kavramı tarihten okuduğumuz, filmlerden izlediğimiz sahneler üzerinden zihnimizde yer tutuyor. Oysa her çağın bir köle modeli vardır. Bana sorarsanız en büyük kölelik insanın kendi alışkanlıklarına, hazlarına, elleriyle yarattığı ve içinden çıkamadığı konfor alanına bağımlılığıdır. Bağımlılıklar birçok kimsenin efendisi konumundadırlar.
“Köle ‘bir efendisi olan’ demek değildir,
aksine gerçek köle, ‘artık bir efendisiz
yapamayacak olan’dır.”
Dücane Cündioğlu
İnsanın kırması gereken asıl gerçek, kendi zincirleridir. Elbette ailenin, çevrenin, genel kültürün var ettiği bir Ben’e sahibiz. Ancak asıl Ben, kendi ellerimizle var ettiğimizdir. Birçok kimse var ki kendi kendisinin esiri olarak yaşamaktadır. İyi bir iş ortaya çıkarmak, iyi bir hamlede bulunmak, riske girmeyi göze almak, genel anlamda bir konuda başarılı olmak söz konusu olduğunda konfor alanına hapsoluşu, dışarı bir adım atamayışı, iyiliği, güzelliği yaşamında sürekli kılamayışı bağımsızlık felci olduğunun en büyük göstergesidir.
Böyle bir durum, insanları sadece işlerine değil, mevcut yaşam düzenlerine de katlanmak zorunda bırakıyor. Oysa anahtar elimizdedir: kendine katlanan, kendini geliştiremez!
“Başarı, dibe vurduktan sonra
yeniden sıçrayabildiğiniz yüksekliktir.”
General George S. Patton
Sizinle, tek bir şeyin ne denli önemli olduğunu ve içinde ne denli değerler taşıdığını barındıran Denizyıldızı hikâyesini paylaşayım…
Bir adam, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sabaha karşı okyanus sahiline gitmiş.
O sıra dalgaların sesini dinleyip, yüzüne vuran serin rüzgârı içine çekerken, az ötede bir yerde başka bir kimsenin daha olduğunu fark etmiş.
İlkin bu kişinin balık tuttuğunu sanmış ancak pek de öyle görünmemekteymiş. Biraz yaklaşmış… Günün bu saatinde bir gencin sahile vuran denizyıldızlarını tek tek okyanusa attığını görünce şaşkınlığını, merakını gizleyememiş.
Biraz daha yaklaşarak “Denizyıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?” diye sormuş.
Genç, “Güneş yükseldiğinde sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam susuzluktan ölürler” diye yanıt vermiş. Adam, “Sahilde binlerce denizyıldızı var, hangi birini atacaksın?” diye sormuş bu defa. Genç çocuk, bir denizyıldızını daha okyanusa atıp, kendinden emin bir duruşla, “Bu yıldız için fark etti!” demiş. Bu cevap karşısında adam da gençle arasındaki mesafeyi iyice kapatmış; yanına gelip, denizyıldızlarını birlikte suya atmaya başlamış…
* * *
Öyle ise kendimize şu soruyu sormanın vakti geldi: benim sahile vurmuş denizyıldızlarım hangileri? Güneş yükselip sular çekildiğinde hangi meziyetlerim birer birer sona erecek? Artılarım, eksilerim, potansiyellerim neler? Hangi alanda iyiyim, hangi alanda gelişmeliyim? Neleri idare etmekte, nelere katlanmaktayım?
Denizyıldızlarımın yeniden okyanusla buluşması için dışarından bir kurtarıcı mı ummalı yoksa kendimi kendimle mi var etmeliyim?
Sevgili okur; bilmeliyiz ki, insan olmak sorumlu olmak kadar –sorunlu değil- sorunları olmaktır aynı zamanda. Ancak daha iyi insan olmak, sorunların üstesinden gelmekle mümkündür. Problemlerimiz bizi aşağı çekmek için değil, bilakis yukarı taşımak için ortaya çıkarlar. Tüm katlandığımız, kendimizi katlanmak zorunda bıraktığımız her ne varsa sadece biz istediğimizde, eyleme geçtiğimizde çözüme kavuşurlar.
Bu haftaki seri yazımızın ilk sayısını “para” lakaplı ünlü boksör Floyd Mayweather’ın sözüyle tamamlayalım; “Benim için ringe çıkıp eldiven giyecek, kaburgasını kırdırıp, burnunu kanatacak kimse yoktu. Her şeyi ben yapmalıydım, yeteneklerime güvendim, bana söylenenleri dinledim, çok çalıştım, kendimi adadım."