Üniversite (2)
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat...” (Nazım Hikmet Ran)
Batı'da başlangıçta dini otoritelerce kontrol edilen üniversiteler; reformlar, isyanlar ve devrimler neticesinde günümüzün seküler ve özerk üniversitelerine dönüştüler. Bizde ise modernleşme (Batılılaşma) hareketini başlatan devletin kendisi üniversiteleri kurdu. Devlet tarafından kurulmuş olması bizdeki üniversitelerin özerkleşememesinin en önemli nedenidir. Hatta sırf bu yüzden devletin geçirdiği dönüşümlere paralel bir şekilde üniversiteler de her seferinde kimlik değiştiriyor. Mesela 12 Eylül darbesinden ve 28 Şubat'tan hemen sonra laiklikten asla ödün vermeyiz diye asker önünde esas duruşa geçerken, AKP ile birlikte hızla İslamcı oluverdiler. Dahası, AKP'nin liberal söylemlerle iktidara geldiği 2002 yılından bugüne kadar sürekli olarak değiştirdiği politikalara, üniversiteler olağanüstü bir beceriyle(!) ayak uydurdular. AKP'nin 19 yıllık iktidarı boyunca üniversiteler de onunla birlikte AB'ci oldular, liberal oldular, açılımcı oldular, “milliyetçiliği ayaklar altına aldılar”; sonra açılım bitti çözüm sürecini “buzdolabına kaldırdılar”, AB karşıtı oldular, liberalizmi bölücü ilan ettiler, milliyetçiliği ayaklar altından aldılar ve son olarak rejim değişti hep beraber başkancı oldular. AKP'nin birbirini yanlışlayan her politika değişikliği üniversitelerde düzenlenen paneller, konferanslar, sempozyumlar ve yapılan yayınlarla desteklendi.
Bir zamanlar şaraplı balolar düzenleyen laikçi üniversiteler bu iktidar döneminde şerbetli mevlitler organize eden medreselere dönüştüler. Akademik çalışmalar(!) ve üniversite yöneticilerinin yaptığı açıklamalar bu dönüşümü net olarak yansıtıyor. Mesela bir üniversitenin rektörü, katıldığı televizyon programında, "İslami olarak cumhurbaşkanına itaat etmek farzı ayndir, karşı gelmek de harpten kaçmak manasında haramdır" dedi. Başka bir rektör, “yabancı bir kadın ile tokalaşmanın ateş tutmaktan daha korkunç” olduğunu söyledi. Yine rektörün birisi, “rektör ve akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur, sayın rektör arkadaşlarıma arz ederim” dedi. Yakın bir zaman önce bir profesör “üniversiteler neredeyse fuhuş evleri” dedi. Bir diğer akademisyen, “Nuh Tufanı esnasında Nuh peygamberin kendisine inanmayarak gemiye binmeyen oğlunu ikna etmek için cep telefonuyla görüştü” dedi.
Tüm bu ifadelerin dile getirilmesinde iktidarın söylem ve pratiklerinin çok önemli bir etkisinin olduğu aşikardır. Çoğu şeyde olduğu gibi üniversiteler hakkında da her türlü tasarruf muktedirin elinde. Mesela muktedir, bir üniversiteyi bölmeye karar veriyor, söz konusu üniversiteye rağmen bir gece yarısı bu istek hayata geçiriliyor. Nitekim ecdat olarak sahiplenip sürekli övündükleri Osmanlı'nın ilk ve tek üniversitesi Darülfünun'un devamı olan İstanbul Üniversitesi'ni böldüler. Bölünme gerekçesini muktedir şu şekilde açıklamıştı: “Bir defa İstanbul Üniversitesi niye ikiye bölünüyor? Biz bir karar aldık, öğrenci sayısı itibariyle nitelik-nicelik bunu yakalamamız lazım. Şimdi İstanbul üniversitesinin öğrenci sayısı 105 bine ulaşmış durumda. Burada bir kalite maalesef olamıyor, düşüyor kalite.” Yani İstanbul Üniversitesi öğrenci sayısı fazla diye bölündü. Böyle bir durumda öğrenci sayısını azaltmak daha mantıklı değil mi? İstanbul Üniversitesi'nin 2019 yılındaki kayıtlı öğrenci sayısı 80950 iken dünyanın ilk üniversitesi olan Bologna Üniversitesi'nin öğrenci sayısı 87,590 idi. İtalyan hükümeti öğrenci sayısı fazla diye Bologna'yı bölmeye kalksa ne olurdu acaba? Aynı şekilde Oxford, Cambridge gibi kadim İngiliz üniversiteleri...? Elbette bahsi geçen üniversitelerin iktidar gücüyle bölünmeleri söz konusu bile olamaz. Zira İtalyan hükümetinin de, İngiliz hükümetinin de, hatta kraliçenin de üniversitelerin işine/işleyişine karışma yetkisi yok.
Yine muktedirin isteğiyle rektörlük seçimleri 29 Ekim 2016 yılında yayınlanan 676 sayılı KHK ile kaldırıldı. Gerçi eskisi de seçim filan değildi, bildiğimiz müsamereydi. Öğretim üyeleri oy kullanıyor, ilk altıya giren rektör adaylarının ismi YÖK'e gönderiliyor, YÖK bunlardan üç tanesini seçip cumhurbaşkanına yolluyor ve cumhurbaşkanı da aralarından canının istediği birisini rektör ilan ediyordu. İlkokul sınıf başkanları bile daha demokratik ve makul bir seçimle belirleniyor! Olması gereken en azından sınıf başkanlığı seçimleri kalitesinde bir rektörlük seçimiyken, eski seçim müsameresi dahi üniversitelerin elinden alındı. Rektörlük seçimlerinin kaldırılma gerekçesi ise sanki akademisyenleri itibarsızlaştırmak için özellikle yazılmış: “Rektörlük seçimleri üniversitelerde haksız uygulamalar, kırgınlıklar ve kişisel çekişmelere yol açmakta ve yükseköğretim kurumlarında kaos ortamının oluşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde seçim sisteminin terk edilerek atama sisteminin getirilmesi ile bu sıkıntıların ortadan kalkmasının sağlanması amaçlanmaktadır.” Bu gerekçeyle akademisyenlere alenen; doktor, doçent, profesör olmuşsunuz ama üniversitenizi idare edecek bir kişiyi bile seçecek kabiliyet ve olgunlukta değilsiniz deniyor. Ama aynı öğretim üyeleri, ülkenin geri kalan yurttaşlarıyla birlikte devleti yönetenleri seçebiliyor. En azından bu hakları ellerinden alınmadı. Ne var ki bu hakkı da onlara çok görenler var. Rektör yardımcısı ve profesör unvanlı bir meslektaşları katıldığı televizyon programında, “bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor; ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede” sözlerini sarf etti. Ardından gelen tepkiler üzerine üniversitedeki idari görevinden ayrılan profesör, kısa bir süre sonra hem de tüm üniversitelerin bağlı olduğu YÖK'e denetleme kurulu üyesi olarak atanarak ödüllendirildi. Sadece o mu? Profesör unvanlı (aşağısı kurtarmaz) kerli ferli adamlar, “ya iyi oldu seçimlerin kaldırılması; hocalar birbirine düşüyordu, arkadaşlar küsüyordu” dediler tartışma(!) programlarında. Ancak muktedir, “rektörler bundan sonra seçimle belirlenecek” derse; aynı kerli ferliler “bak gördünüz mü eskiden rektörlük seçimi mi vardı onu da başkanımız bize bahşetti” diyecek kadar da kıvraklar(!)
Düşünsenize, henüz kilise denetimindeyken ve neredeyse bin yıl önce bile Bologna Üniversitesi'nde rektör öğrenciler tarafından seçiliyordu. Üstelik seçilen rektör bir öğrenciydi. Paris Üniversitesi'nde yine kilisenin denetiminde olduğu Orta Çağ'da rektör, akademisyenler ve öğrenciler tarafından ortaklaşa belirlenmekteydi. Uzun mücadeleler sonrasında kiliseden, yani dinsel otoriteden tamamen bağımsız hale gelen Batı üniversitelerinde yöneticiler hala kendileri tarafından seçilmektedir. Mesela Fransa'da rektör, akademik ve idari personel tarafından ortaklaşa seçilir; İtalya'da akademisyenler tarafından seçilir; İngiltere'de, akademisyenlerin yanı sıra özel sektör temsilcileri ve öğrencilerin de üye olduğu üniversite komitesi tarafından seçilir. İskoçya'da ise, Birleşik Krallık'a bağlı bir ülke olmasına rağmen İngiltere'den farklı olarak rektör, öğrenciler tarafından seçilmektedir. Bizde ise seçilmeyi bırakın atanan rektörlerin tamamı partili, hatta bazıları eski AKP milletvekili. Atanmak için liyakat yerine parti başkanına sadakat en temel kriter.
Peki tüm bu gelişmelerin tek sorumlusu iktidar mı? Her şeyi susarak izleyen toplumun en eğitimli kesimi olan akademisyenlerin hiç mi kabahati yok? Azıcık seslerini çıkartsalar, itiraz etseler. Haşa! sokağa dökülsünler, isyan etsinler demiyorum. En iyi bildikleri şeyle; yani yazarak, konuşarak, anlatarak itiraz etseler. Mesela rektörümü ben seçeceğim diye bir panel düzenleseler; düşüncelerimi özgürce ifade etmek istiyorum diye bir konferans veya görüşlerine katılmasam da farklı seslerin kısılmasını kabul etmiyorum başlıklı bir sempozyum organize etseler! Biliyorum odalarında arkadaşlarıyla bunları konuşuyorlar, mutsuz olduklarını da biliyorum, işinden/ekmeğinden edilmekten korktuklarını da... Ama böyle susarak seni ve mesleğini değersizleştiren her adıma katkı sunuyorsun sayın hocam. Nazım'ın yukarıda alıntıladığım şiirinin sonunda dediği gibi, “kabahat senin, -demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatın çoğu senin, canım kardeşim”.