Gösteri(ş) Nesli
Geçen hafta, muktedirin kültürel iktidarlarını kuramadıkları iddiasıyla yakındığından söz etmiş ve elbette böyle bir iddianın doğru olmadığını/olamayacağını anlatmaya çalışmıştım. O halde kültürel ve fikri iktidarı kuramama söylemini sadece masum bir öz eleştiri olarak mı kabul edeceğiz? Açıkçası öz eleştiri görünümlü bu söylemin iflas etmiş bir toplum projesini, dolayısıyla siyasal başarısızlığı gizleme çabasından başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bilindiği üzere iktidarın en önemli toplum projesi dindar bir nesil yetiştirmekti. Bunun için ilköğretimden yükseköğretime kadar tüm eğitim kurumlarında ciddi değişiklikler yaptılar. Diyanet İşleri Başkanlığı'na tanıdıkları imkanları söylemeye bile gerek yok. Ne var ki, bekledikleri dindar nesil yerine gösterişçi nesil zuhur etti. Son yılların moda vurgusuyla söylersek; hayaller dindar nesil, gerçekler gösterişçi nesil! Hem de sadece “dünyevi” zenginliğini değil inancını dahi sergileyen gösterişçi bir nesil.
Ama haksızlık etmeyelim, namazından orucuna, zekatından umresine varıncaya kadar inancını ayrıntılarıyla sergileyen gösterişçi nesil ne yapsın? Bu ülkenin devlet kanalında, muktedirin rızası ve desteğiyle, cumhuriyet altını ödüllü Kur'an-ı Kerim okuma yarışması düzenlenmedi mi? Hafız star adayları, duayen hafızlardan oluşan jürinin huzurunda “huşû” içinde ettikleri kıraatlar ile seyircileri mest etmek ve altın ödülünü kazanmak için birbirleriyle yarışmadılar mı? Elbette bu kültürlemeden geçen “nesil”, inancı da tıpkı yetenek yarışmalarında sahnelenen ses, oyunculuk ve dans performansları gibi yarıştırılabilen bir şov malzemesi olarak görecektir.
Bir önceki yazımda kültür için, yapıp ettiğimiz her şeydir demiştim. Buna ek olarak kültürü simgeler bütünü olarak tanımlayan antropologlar da vardır. Söz gelimi Clifford Geertz, kültürü “örgütlenmiş bir simgesel sistemler toplamı” olarak tarif etmektedir. Simgeler, insanların ve toplumların yaşam biçimlerini, davranışlarını ve dünya görüşlerini temsil eden göstergelerdir. İnsanoğlu derdini ve niyetini simgelerle anlattığı için bunlara yüklenen anlam bilinmezse iletişim, dolayısıyla toplumsallaşma da mümkün olmaz.
Bazı durumlarda simgeler temsil ettiği şeyi olduğundan farklı göstermek için de kullanılabilir. Söz gelimi yabancı birisi bizdeki cumhurbaşkanlığı makamıyla Almanya şansölyesinin makamını karşılaştırıp, Türkiye'nin Almanya'dan daha zengin bir ülke olduğu yanılgısına düşebilir. Zira mevcut iktidarın bakış açısına göre şatafat, ülkenin ekonomik gerçekliğinin aksine, devleti zengin ve güçlü göstermenin bir aracıdır. O halde bu iktidarı temsil eden simgelerden birinin “şatafat” olduğunu söyleyebiliriz.
Yöneticilerin, ülkenin ekonomik durumuyla tezat oluşturan şatafatlı yaşam tarzlarını savunmak için ileri sürdükleri gerekçe ise “itibardan tasarruf olmaz” ifadesidir. Bunun sokak dilindeki karşılığı “düşman çatlatmak”tır. Sokak dilini kullanmayı çok seven muktedirin sıkça kullandığı; “çatır çatır çatlayacaklar”, “çatlasalar da patlasalar da”, “bizi kıskanıyorlar”, “inadına” gibi ifadeler muhtemelen düşmanı kahretme, onu çatlatma isteğinin dışa vurumlarıdır.
Şatafat sevenlerin diğer bir özelliği de büyüklüğe olan düşkünlükleridir. En büyük hastane, en büyük havalimanı, en büyük cami, en büyük adliye binası, en büyük cezaevi, en büyük makam uçağı, en büyük makam arabası filosu, en büyük saray ve daha nicesi hep bu iktidar döneminin icraatı. Anlaşılacağı üzere tüm bu icraatlar, ihtiyaç karşılamaktan ziyade seyirciyi etkilemek içindir. Buradaki seyirci toplumun tamamıdır. Guy Debord, Gösteri Toplumu başlıklı kitabında, “dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır” diyerek, temsillerin ve imajların toplumsal gerçekliğin yerini aldığına dikkat çekmektedir.
Nesnenin işlevi yerine imajına önem veren mevcut iktidar zihniyetinin toplumda bir karşılığı elbette olacaktır. Kültürün önemli özelliklerinden birisi öğrenilir olmasıdır. Yani insan, kültürü biyolojik kalıtım yoluyla elde edemez. Ancak görerek, yaşayarak ve taklit ederek öğrenir. Yönetici olarak siz nasıl bir yaşam biçimi sergiliyorsanız, sizi örnek alan insanlar da o yaşamı taklit etmeye çalışacaktır. İktidar, istediği kadar şatafatı sadece devlet itibarının gereği olarak göstersin; bir şekilde devleti yönetenlerin yanında duran, yetki alan ve taraf olanların da bu yaşam biçimini taklit etmeleri kaçınılmazdır. Öyle ya muhalefetteki “sefiller” gibi mi yaşasınlar! Ne de olsa onlar da partiyi temsil ediyorlar. Bu öykünmelerin sonuçlarını görüyoruz. En son Kastamonulu bir partilinin şatafatlı hayatına tanık olduk.
Kastamonulu partilinin çektiği/içtiği madde umurumda bile değil. Bunun üzerinden bir genelleme yapmayı kesinlikle doğru bulmuyorum. Ayrıca uyuşturucuya odaklanıldığından hikayenin ana teması da kaçırılmış oluyor. Bu hikayenin ana teması, partili bir gencin iktidarın şatafatlı hayatından etkilenip bunu kendi ölçeğinde yaşama çabasıdır. Seyyar fotoğrafçılıktan, parti gücü sayesinde şatafatlı bir hayata geçen genç acaba kimi örnek almıştır? Belki onun da, rol modellerinde olduğu gibi, kıskandıracağı ve çatlatacağı düşmanları vardır!
Çocukluğumun geçtiği şehir olan Kastamonu'nun bendeki yeri çok özeldir. İsmi şimdi o gösterişçi gençle anılsa da, mezun olduğum ilkokula adının verildiği Behçet Necatigil, Oğuz Atay ve Rıfat Ilgaz gibi nice değeri yetiştirmiştir. Şatafatlı hayatını sergileyen partili gencin aksine, insanları genelde muhafazakâr ve alçak gönüllüdür. Şehir, cami ve türbelerle doludur. Öyle ki türbelerin bazıları evlerin içindedir. Dünyevi hayat ile uhrevi hayat iç içe geçmiştir. İşte bu mütevazı şehrin orta halli bir insanı bile şatafat kültürüne kendini kaptırmış, partili olmanın verdiği öz güvenle bunu sergilerken tüm kirli çamaşırları faş olmuştur.
Abdulkadir Selvi, “bu işin en çok sigara içilmesinden bile rahatsız olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı üzdüğünden kuşkum yoktur” diye yazdı köşesinde. Cumhurbaşkanı üzülmüş müdür? Ya da üzülmüşse ne kadar üzülmüştür bilemem ama Kastamonuluların çok ama çok üzüldüğünden adım gibi eminim. Cumhurbaşkanının üzüntüsü olsa olsa uyuşturucu kullanan bir gencin parti imajına verdiği zararla alakalıdır. Onun şatafatlı hayatının ve bunu sergilemesinin Cumhurbaşkanını üzdüğünü veya rahatsız ettiğini düşünmüyorum. Zira etrafında ve tabanında bunlardan çok var. Abdurrahman Dilipak, ki kendisi dindar nesil projesinin fikir babalarındandır, şatafatlı hayatlar yaşayan bu gösterişçi kesimi “Parti değil Party” başlıklı yazısında; “kimi Lale devri sosyetesinin yaptıklarını Osmanlı zanneder, kimi mevlidleri bile 'party'ye dönüştürür” diye hayıflanarak anlatmaktadır.
Ahvalimiz böyleyken, fikri ve kültürel alanda iktidar olamama söyleminin altında yatan gerçek bambaşkadır. Başlarken söylediğim gibi, öz eleştiri yapmanın yüce gönüllülüğüyle, iflas eden toplum projesinin üstü örtülmekte, aynı zamanda başarısızlığın sorumluluğu üzerlerinden atılmaktadır. Her ne kadar iflas etmiş olsa da, muktedir, toplum projelerinin çok güzel olduğu konusunda hala ısrarcıdır. Çünkü aksini söyler ve projeyi savunmaktan vazgeçerse iflası ilan etmiş olacaktır. Bu algıya yol açmamak için projelerinin topluma yeterince anlatılamamış olduğunun altını çiziyor. Hatta bu konuda, “medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor” diye kendi kontrolündeki medyaya bile sitem ediyor. Yani eğer medya seslerini yansıtırsa ve bu halk o “fakire” yetki ve imkan vermeye devam ederse; müşteri (yolcu ve hasta) garantili yol/köprü ve hastane inşa ettikleri gibi, dindar nesil garantili toplum inşasını da gerçekleştireceklerinin sözünü veriyor. Ancak insan kum, çimento, demir değil ki kalıba alıp bina edesin. Nasıl ki müşteri garantili projeler tutmadıysa, dindar nesil garantili toplum projesi de tutmaz. Hele ki, toplumdan Asr-ı Saadet dindarlığı bekleyip kendileri şatafat içerisinde yaşıyorken...