Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Şiddetli yağmur
4°
Ara

Çağın dinamikleri, değişim ve AKP iktidarının gittiği yer

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Çağın dinamikleri, değişim ve AKP iktidarının gittiği yer

Adalet ve Kalkınma Partisi hiç genel seçim kaybetmemiş bir parti olarak 19 yıllık iktidarın sonunda kongreye gidiyor. Bu çerçevede önyargılardan uzak objektif bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Çünkü uzun iktidar döneminin yaratmış olduğu toplumsal kutuplaşma sonucunda AKP’ye ya nefret düzeyinde bir karşı çıkış söz konusu ya da körü körüne bir bağlanma var. Bu iki bakış açısı da doğru bir değerlendirme yapmaya engeldir. Oysa toplumun olan biteni, değer atfetmeden, objektif ve doğru bir biçimde görmeye ve ona göre değerlendirmeye ihtiyacı vardır. Bu yazıda bunu denemeye çalışacağız.

SODEV’in eski başkanlarından Adın Cıngı’nın “Siyasal İslam’ın Cumhuriyet ile Kavgası” adlı bir çalışması Tekin Yayınları arasında çıktı. Başlığından da anlaşılacağı gibi Türk İslam sentezinin İslam’ı yönü üzerinde duruyor kitap. Eskiden beri söylenen bir söz vardı: İktidara kim gelirse gelsin bürokraside hep Türk -İslam sentezi hakimiyeti vardır, diye. AKP bu vurguyu tersine çevirdi, aynı kavramlar gene var fakat yerleri değişti, AKP iktidarı İslam’ı önceledi; partinin Ilımlı İslam’la başlayan serüveni siyasal İslam’a doğru evirildi denebilir.

İktidar partisi AKP’nin bugününü ve nereye gittiğini anlamak için nerden ve nasıl geldiğini anlamak gerek. Meseleyi tıpkı bir “inşaat projesi” gibi ele alıp tahlil ettiğimizde, projenin dış konjonktür ile iç dinamiklerin buluştuğu noktada çizildiğini; temelinin Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türkiye’de meydana gelen boşlukta Ilımlı İslam’a ihtiyaç duyan büyük güçler tarafından atıldığını; işi üstlenenlerin taahhüt ettikleri sistemi inşa etmek üzere yola koyulması ile “yapının” hızla yükseldiğini; bu meyanda hazır bekleyen yüzbinlerce dindar Kürt ile dindar Türk’ün işe koyulduğunu ve buraya aktığını görüyoruz. Çünkü harcı toplumda karşılık bulan, din sosuna batırılmış söylemlerle karıldı, yapı yükseldikçe yer almak isteyenlerin sayısı çoğaldı, levhaya cazibesi yüksek olan “Adalet” ve “Kalkınma” yazılıp her yere asıldı. Kısa sürede levhanın altı kalkınmak isteyen ve adalet bekleyen insanlarca doldu, parti büyüdü, üs tüste seçim kazanarak hegemonik bir hale geldi. Ne ki, zaman geçtikçe gelenlerin büyük kısmı umduklarını bulamadı; çünkü değişim vaadiyle iş başına gelen kadro devlete egemen oldukça onu değiştirip demokratikleştirmek yerine kendileri değişerek ona benzedi ve giderek kendi statükosunu kurdu.


Cumhuriyetle çekişme hali

Aydın Cıngı “Siyasal İslam’ın Cumhuriyet ile Kavgası” adlı eserinde, “halen içinde bulunduğumuz ama artık sonuna vardığımız bu dönemi (2010-2020 dönemini), Cumhuriyetin en karanlık dönemi olarak tanımlanacağını” ileri sürüyor. Bu tespit ışığında bakıldığında; Türkiye’nin, AKP iktidarında ciddi sıkıntılar yaşayan bir ülke haline geldiği birçok çevre tarafından paylaşılıyor. Birinci ve ikinci dönemlerinde anti demokratik uygulamalara karşı demokrasiyi inşa etme vaadiyle iktidara gelen bu dinamik güç, bu dönemde kendilerine güvenenlerin beklentilerini karşılasa da daha sonra güçlendikçe dediklerinin tersi bir istikamete sürüklendiler. Şimdi daha otoriter, daha güvenlikçi, daha milliyetçi ve daha anti demokratik uygulamalar, (korku nedeniyle sesini yükseltmese de) toplumun dikkatinden kaçmıyor.

Bu bağlamda diğer yüzyılları ıskalayan ülke Cıngı’nın deyimi ile 21. yüzyılı da kötü yaşıyor. Hatırlayalım; 18. yüzyılı ıskalanmış, matbaa iki yüz yıl sonra ülkeye gelmişti, 19. yüzyıl ıskalanmış sanayileşme yüzyıl sonra gelişmişti, 20.yüzyıl ıskalanmış teknolojik gelişme yarım asır sonra gelmişti ülkeye; bari 21.yüzyılı ıskalamayalım artık. Peki bu nasıl olacak?

Bunun da yolu, tebdili mekanda ferahlık vardır misali, demokrasi ile kalkınma arasındaki korelasyonu doğru kuracak bir iktidarın iş başına gelmesidir. Peki “bu günkü muhalefet bu niteliğe haiz mi?” sorusu, ilkeler ışığında, halka umut ve güven verecek bir şekilde enine boyuna tartışılması gerekir. Aksi taktirde durumun vahametinin kavranmaması daha vahim sonuçlara götürebilir bizi. Aydın Cıngı çalışmasında bu konuyu irdeliyor ve şöyle bir sonuca ulaşıyor: “Bizi bekleyen en büyük felaketin AKP’nin 2002 seçiminde seçmenin üçte biri ile tek başına iktidara gelmesi ve çoğumuzun, o zaman başımıza geleni kavramamış, bizi beklemekte olan felaketi aklımıza getirmemiş olmasıdır”, diyor. 21.yüzyılın başında yaşanan bu durumun tekerrür etmemesinin sorumluluğu ile meseleyi irdeliyor. Şimdi nereye doğru gittiğimizi daha iyi anlamak için nerden buralara geldiğimize bakalım.


Soğuk savaşın etkisi

Soğuk Savaş Döneminde Batı, komünizm tehlikesine karşı NATO içinde yer alan Türkiye’yi bir cephe ülkesi şeklinde kalkan olarak kullandı, işine yarayacak kurum ve kuruluşları da buna göre dizayn etti. Buna uymayanları uydurmaya, direnenleri sindirmeye çalıştı. Bu dizayn ve sindirme işinde en önemli görevi birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de ordu üstlendi, NATO tarafından yönlendirilen ordu giderek bir vesayet sistemi oluşturdu. Türkiye’nin Batının çıkarlarından uzaklaştığı, bir kamp değişikliği görüntüsüne girdiği dönemlerde ordu NATO’nun desteği ile darbe(ler) yaparak iktidarı bizzat ele aldı. Vesayetçi sistem bu süreçte solcuları, Kürtleri ve muhalifleri ezerken komünizmin panzehiri olarak başta yöneldiği ve soğuk baktığı İslami kesimlere rol biçti, öne çıkardı.

1989 yılında Soğuk Savaş sona erdi, ABD’nin başını çektiği küreselleşmeci güçler Yeni Dünya Düzeni (YDD) diye bir kavram ortaya attılar. Bu düzene uymak istemeyen ülkeler ağır silahlarla ve işgalle yeni düzene uydurulmaya çalışıldı. Bu çerçevede Afganistan ve Irak işgal edildi; Tunus, Mısır, Libya yönetimleri değişti, sıra Suriye ve İran’a gelmişti. YDD temellerinin atıldığı 1990’lı yılların başında iktidarda olan Turgut Özal dünyadaki değişimi kendince kavramış, 12 Eylül Darbesinden sonra Türkiye’yi küresel ekonomiye eklemlemek için bürokrat ve siyasetçi olarak epey değişikliğe imza atmıştı. Türkiye’nin Kürt sorununu barışçıl bir biçimde çözmek isteyen Özal başta olmak üzere Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın vb. sivil asker şahsiyetler bu yeni duruma tahammül etmeyenler tarafından birer birer bertaraf edildiler, böylece derin bir boşluk doğdu. Bu boşluğu Asker, 28 Şubat’ta ABD dış politikasına ters düşen Erbakan’ı iş başından uzaklaştırarak doldurmaya çalıştı.

Soğuk Savaş sonrasında yeniden kurulmakta olan dünyada her ülkenin kendi tarihine ve koşullarına özgü siyasi örgütler ve liderler ortaya çıkmıştı. Türkiye’nin en dinamik kesimleri taleplerinden ötürü solcular, İslamcılar ve Kürtlerdi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren aynı zamanda en büyük “tehdit” olarak belirlenen Sol, İslam ve Kürt hareketi Soğuk Savaş sürecinde de bu konumunu sürdürmüş ve her birisi değişen ölçülerde de olsa bir tür baskı ve denetim altında tutulmuştu. Sol ve Kürt hareketinin gelişimine karşı el altında tutulan İslamcılar gerektiğinde devreye sokuluyordu. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Türkiye’nin geleceğini belirlemek, ülkeyi yeni sürece taşımak açısından avantajlı konumda olan İslamcılar işte bu süreçte devreye sokuldu.



AKP’nin gelişi/getirilişi

Özal öldüğünde geride kalan Demirel, Erbakan, Türkeş, Ecevit Soğuk Savaş döneminden kalma görüş ve politikaları “dünyanın yeni koşullarına” uyum sağlamadığı için silinip gittiler. 28 Şubat sonrasında giderek Erbakan’dan ayrılan Erdoğan ve arkadaşları Özal’ın bıraktığı boşluğu doldurmaya aday oldular ve Türkiye’yi küreselleşmeye kendilerinin entegre edeceklerinin vaadi ile içerde ve dışarıda ortaya çıktılar. Bu çerçevede iş başına getirilmeye çalışılan AKP, kimi çevreleri rahatlatmak adına iki önemli argüman ileri sürdü: 1) Tıkanmış ve yanlış kurgulanmış olan “sistemi değiştirmeye geliyoruz” diyorlardı, 2) “Kemalist rejimin tahkim ettiği ve sistemin omurgasını meydana getiren kurumlar karşısında dik duracağız, onların yol ve yöntemlerine itibar etmeyeceğiz, yeni bir düzen kuracağız” diyorlardı.

Bu minval üzere Erdoğan hem AB ve ABD’ye hem de içerdeki muhaliflere eski yol arkadaşlarından farklı olarak üç konuda net olarak değiştiklerini dile getirerek güvence veriyordu: 1) Demokrasiyi amaçlarına ulaşmak için bir ara durak olarak gören Milli Görüş gömleğini çıkarıp attıklarını, yerine demokrasi gömleğini giydiklerini, 2) Batıyı şeytanlaştıran görüşten ayrıldıklarını, Avrupa Birliğinin Hıristiyan Kulübü olmadığını, gelişmiş değerler manzumesi olduğunu ve kendilerinin ülkeyi AB’ye tam üye yapacağını, 3) Erbakan’ın ileri sürdüğü “Adil Düzenin” safsata olduğunu, serbest piyasa ekonomisini benimsediklerini ve Türkiye’yi küresel ekonomiye kendilerinin eklemleyeceğini yüksek sesle ilan ettiler. (Ne ki daha sonra gelişip güçlendikçe üçüncü madde hariç ilk ikisinde asıllarına rücu edeceklerdi.



Ve geldiler!

SSCB’nin dağılması ile eski tehlike (komünizm) defterden silinmiş, yıllarca yasaklanan, elemanları hapislerde çürütülen Komünist Parti yasak olmaktan çıkmış; geriye “endişeli modernlerin” sürekli “şeriat tehlikesi” ile öne sürdüğü “İrtica” ve etnik milliyetçililerin öne sürdüğü “bölücülük” kalmıştı. Ne ki irtica diye çevrede hapsedilenler şimdi merkezi ele geçirip iktidar olunca, reel olarak değilse bile zımnen böyle bir tehdit kalmamıştı. İktidar olan AKP “Ben sistemi değiştirmeye geliyorum” diyordu, bu da geniş kitlelerin dikkatini çekiyor, teveccühüne mazhar oluyordu. Çünkü, “Sistemden beslenenler sistemi değiştiremez, anacak sistemin dışından gelenler sistemi değiştirebilir” iddiası yaşananlardan sonra halkın yıllardır duyduğu özlemi dile getiriyordu. İlk dönmede attıkları olumlu adımlar seçmende karşılık da buldu ve onları büyüttü.

Fakat iktidar bozuyor, mutlak iktidar da mutlaka bozuyordu. 2011 seçimlerinden sonra AKP iktidarı Ortadoğu’daki gelişmelerin de etkisiyle yeni bir yola girdi. Güçlendikçe güç zehirlenmesine uğradı, seçim kazandıkça baştaki iddialarından koptu. (Şimdi reform arayışları ve söylemleri de aslında bunun mevhumu muhalifinden tescilidir.) Gelmiş olduğu noktada iktidarını sürdürme ve nimetlerini paylaşma adına sistemi değiştirmek bir yana değiştirmeye geldiği sistemle bütünleşti, kendisi değişip sisteme benzemeye, entegre olmaya başladı. Yıllarca eleştirdiği MHP ile aynı noktada buluşarak “milliyetçilik propagandasına” sarıldı. Geçmişte cebelleştiği derin devletle aynı yönde hareket etmeye başlayarak onlarla yöntem konusunda anlaşarak anti demokratik, baskıcı ve güvenlikçi politikalara yöneldi.


Güç zehirlenmesinin sonuçları

Güçlenildikçe güç zehirlenmesine uğrayan AKP siyasal İslam’a evirilerek neo Osmanlıcı bir yaklaşım sergilemeye başladı ve bu baş dönmesi ile 2011 sonrası içerdeki ve dışardaki müttefiklerini kaybetmeye başladı. Dışarda ABD ile çelişkiler yaşayan AKP iktidarı AB’ye katılma niyetinin olmadığı da ortaya çıktı. İçerde ise Kürtlere ve liberallere artık ihtiyacı kalmamıştı, onlarla kurduğu ittifakı bozdu. Başlangıçta iş birliği ve güç birliği yaptığı cemaatle iktidar paylaşımında anlaşmazlığa düşünce ortaya çıkan Feto darbe girişimi çıktı, bu durum onu yeni müttefikler edinmeye itti. Daha önce “ayaklarımın altına aldım” değdiği ultra milliyetçilerle ve hapse attırdığı Ergenekoncu’larla anlaştı. Artık yeni müttefikleri Bahçeli ile Perinçek’ti. Artık toplumda gönüllü rıza üretemeyen iktidar yeni müttefiklerinin de isteği doğrultusunda giderek baskıların dozunu artırdı. Bunu artık herkes ayan beyan görüyor.

Birkaç örnek vermek gerekirse, yargı alanında yaşananlar toplumun adalet duygusunu her gün daha da artan ölçüde zedelemekte; kayyum atamaları, toplu tutuklamalar, uzun tutukluluk süreleri, kimin neden tutuklandığını bilmeden aylarca yatması gibi işer sıradanlaştı. Öğrenciler rektörü protesto etti diye tutuklanıyor, aydınlar eleştirdi diye işinden atılıyor, gazeteciler muhalefet yapınca çeşitli bahanelerle içeri alınıyor, iş adamları korkuyor, taraf olmayanların bertaraf olacağı söylenerek insanlar sindiriliyor. Bütün bu uygulamalar, toplumun hukuka karşı sarsılmış olan güvenini iyice azaltmış durumda.

Kürt sorunu, Alevi sorunu, Roman sorunu açılımlarla çözülecekti on yıl geçti hiçbir şey olmadı. Van depremi, Samsun sel felaketi, İstanbul ’da köprü trafiği, metrobus yolunun çökmesi, artan işçi ölümleri, sorumluluk üstlenmeyen bakanlar, içişleri bakanlığı nezdinde yaşanan garabetler devam ediyor. Hepsinin ütüne bir de partili cumhurbaşkanı rejimi geldi. Tek adam rejiminde güya Türkiye sorunlarını çözüp uçacaktı, aksine sorunlar girdabına sürüklendi, çakılan bir ülke haline geldi.

İçerde bunlar yaşanırken dışarda durum daha iyi değil. Sıfır problemli dış politika sıfırı tüketmiş durumda. Türkiye’nin dışarda izlediği zayıf ve hesapsız politika ülkeyi hem dünyada hem de Ortadoğu’da bir aktör olmaktan çıkardı, artık önemi gittikçe azalıyor.

Sonuç itibariyle AKP değiştirmeye geldiği devlete kendisi değişerek entegre oldu ve sonunda kendi statükosunu yarattı. Orduyu kendine göre kontrole alarak post vesayetçi bir dönem başlattı, yargı tamamen ele geçirildi, “tek taraflı entegre operasyonlarla” binlerce adam tutuklandı, basın yandaş hale getirildi, YÖK dizayn edildi; vesselam daha önce karşı oldukları ve değişmesi gerekir dedikleri kurumlar ele geçince birdenbire iyi oldu onlar için. Muhalefetin yeterince muhalefet edememesi veya en azından alternatif iktidar yaratamamasını da hep kullandı.

Başa dönersek; ABD destekli projenin milli görüşçü müteahhitti inşaatın sonuna doğru Kürt ve muhafazakâr işçilikten çaldı, dinle kardığı harcın içine başka şeyler karıştırmaya başladı, demokrasi sıvası dökülünce binanın gerçek rengi ortaya çıkmaya başladı. Bu da aslında yüklenicinin işi taahhüt ettiği şekilde yürütmediğini, insanları kandırdığını gösterdi. Şimdi bu binanın sakinlerinin en azından önemli bir kısmı ilerde sığınabilecekleri başka sağlam bir yer ve yurt arıyorlar. Bu yeni yer muhalefetin amiral gemisi CHP’nin öncülüğünde oluşturulacak bir demokrasi cephesidir. Bu noktada sihirli anahtar kavram ise her açıdan “değişim”dir. Hiçbir dönem olmadığı kadar şartlar değişim için şimdi daha uygun.



ŞİMDİ PANZEHİRİ OLUŞTURMA ZAMANI!

AKP’nin demokrasiden, AB süreci ve çıpasından, reform ve hizmet anlayışından, yerel yönetimlerden, toplumsal ittifaklardan, çok taraflı dış politikadan, katılımcılıktan ve çoğulculuktan uzaklaşarak, aşırı merkeziyetçi, İslamcı, tek taraflı, tek kimlikli ve giderek hizmetin yerine sembollerin geçtiği daha milliyetçi ve daha muhafazakâr yönetim anlayışına doğru kayması muhalefete iktidar için bir şans doğuruyor, meğerki bu şans doğru kavranıp doğru kullanılsın. Çünkü Erdoğan’ın eylem ve söylemlerine hâkim olan daha milliyetçi, daha devletçi, daha militarist, daha az demokrat, daha az kucaklayan, daha az halkçı ve daha az hukukçu yapısı toplumu ister istemez bir alternatif arayışına sürüklemektedir. Bu da başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere değerlendirebilirse hiçbir dönem olmadığı kadar muhalefete önemli bir fırsat sunmaktadır.

Mutlak iktidarların mutlaka bozduğu iktidar sendromu gereğince AKP iktidarı da mutlaklığını ilan etti ve bozuldu: Tek adam rejimi ve onu yücelten, uluslaştıran, orta doğu ve dünya lideri ilan eden, bunun için stadyumlarda kongreler düzenleyen bir organizasyona dönüştü Adalet ve Kalkınma Partisi. Reform ve hizmet temelli iyi toplum yönetimi anlayışından, topluma egemen olma anlayışına yöneldi. İlk dönemler benimsediği sorun çözücü bir yapıdan, tekçi, sorun üretici ve aşırı merkeziyetçi bir yapıya dönüştü. Bütün bunların bir nedeni de “alternatifim yok” havasının yarattığı aşırı özgüven ve baş dönmesidir diyebiliriz. Şimdi de ortaya attıkları reform söylemi ile AKP’nin daha reformcu, Erdoğan’ın daha cesur lider olduğu algısını yayamaya ve yaratmaya çalışıyorlar.

CESUR MUHALEFETE İHTİYAÇ VAR

Demokrasilerde muhalefet böyle zamanlar için vardır. Ana muhalefet CHP bir kurultay yaptı, demokrasi ve değişim vadetti ama bunun toplumda ne kadar karşılık bulduğu tartışmalı. Lakin bunca soruna rağmen kararsızların neredeyse ikinci büyük parti haline gelmesi muhalefetin kendi şahsında sorgulaması gereken bir durum. CHP’nin gerek AKP’ye yaptığı muhalefette gerekse de topluma ve toplumsal sorunlara yaklaşımında, “muğlaklık ve ikirciklilik” her zaman aleyhine sorun yaratıyor. Kurultay Kılıçdaroğlu’nun liderliğini pekiştirdi ancak başarı için liderlik vizyonu ve cesareti, iktidara ulaştıracak sorun çözücü ikirciksiz projeler ve bunları uygulayacak topluma güven kadrolar gerekir. Bir iş yaptığında, bir söz söylediğinde “Acaba AKP hakkımda ne der?” endişesiyle hareket etmemeli.

Uzun söze gerek yok, başarılı olması için üç şey yapması lazım CHP’nin ve muhalefetin: 1) Cesur Lider(lik); iktidar hedefini ve gelecek vizyonunu çok net bir şekilde ortaya koymalı. Demokrasi ortak paydasında, tuzaklara düşmeden, muhalefet daha da güçlendirilmeli. 2) Topluma umut ve güven veren siyasi projeler: Belirlenen hedeflere ulaştıracak projelerin açık ve anlaşılır biçimde formüle edilmesi ve halka ulaştırılması gerekir. (Özellikle Kürtlerle, mütedeyyinlerle ve varoşlarla yeniden barışacak ve buluşacak projelerin olması önemli.) 3) Bu projeleri yapacak ve anlatacak liyakat ve ehliyet sahibi kadroların oluşturulması ve öne çıkarılması gerekir. Kadroların kendilerini nasıl gördüğü değil halkın onları nasıl gördüğü önemlidir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *