Cennetten bir köşe Çiçekli Yayla
İş seyahati için gittiğimiz Karadeniz bölgesinde, yoğun iş temposuna ara verip, eylül ayı sonu olmasına rağmen, dillere destan yaylalarını gezmeye karar verdik. Eş dosttan sorup soruşturduk. Daha önceki yıllarda Ayder, Pokut ve Sal yaylalarını görme şansımız olmmuştu. Doğanın o doyumsuz güzelliklerini tekrar yaşamak farklı yaylaları keşfetmek için yola koyulduk.
Hedefimiz Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinin Kale köyüne bağlı Çiçekli Yaylası'ydı. Kale köyünün 1500’lü yıllarda kurulması, Kaçkar dağlarının bir bölümünü oluşturan Tatos dağının eteklerinde oluşu, Fırtına deresine hakim oluşu kararımızda etkili oldu.
Çamlıhemşini geçtikten sonra tarihi zil kalesi yolunu takip ederek Çiçekli Yaylası'na ulaşamaya çalıştık. Muhteşem doğanın güzelliklerini kaçırmamak adına yol boyunca sık sık molalar verdik. Gördüğümüz ormanlar, dereler ve yol boyunca yanı başımızda akan şelaleler bizi mest etti.
Yola çıkmadan edindiğimiz bilgiye göre; Çiçekli Yaylası'nda konaklayacak bir yer olmağı yönündeydi. Sadece kale köyde bir pansiyon hizmet vermekteydi. Kale köye vardığımızda akşam olmuştu. Pansiyona ulaştığımızda pansiyonun kapalı olduğunu gördük. Bu hepimizde şok etkisi yarattı. Yayla yolu boyunca hiç araba görmememize rağmen, mucize gibi yanımızdan geçen bir aracı durdurduk. Aracın içindeki adama; “Bu akşam Çiçekli Yaylası'nda konaklamak istediğimizi, sadece kale köyünde pansiyon olduğundan burada kalmaya karar verdiğimizi, fakat bu pansiyonunda kapalı olduğunu, çiçekli Yayla veya bu civarda kalabileceğimiz başka bir yer olup olmadığını” sorduk. Zayıf, orta boylu, elli yaşlarında başında kasketi ile arabanın içinden bir adam indi. “Adının Yılmaz olduğunu, Çiçekli Yaylasının yerlilerinden olduğunu” söyledi. “Sizu istersenuz ben müsafir edeyum. Buyurun bende kalun” demesi hepimizin yüzünde tebessüme sebeb oldu. “Gelun peşumden” deyince; ıssız karanlık yayla yollarında, Yılmaz abi ileride biz peşinde çiçekli yaylaya doğru yola koyulduk.
Çiçekli Yaylası'na vardığımızda bol oksijenden, doğanın harika enerjisi ve güzelliğinden bitap düşmüş durumdaydık. Yılmaz ağabey; “istersenuz bende kalun diyirum ama kalmak istemezsenuz aha ha burada Ayşe kadun vardur urada da kalabilirsinuz" deyince, “körün istediği bir göz Allah vermiş iki göz” misali iki seçeceneğimizin olması muhteşemdi.
Ayşe ablanın evi; önünden gümbür gümbür dere akan, tüm yaylaya kuş bakışı bakacağımız bir konumda olması nedeniyle tercih sebebimiz oldu.
Ayşe ablamız, “hoş geldinuz buyurun buyurun çekinmayun da” diyerek güler yüzüyle bizi kapıda karşıladı. İçeri girdiğimizde eylül ayı olmasına rağmen sıcaklık 5-6 dereceydi. İçeride gürül gürül yanan bir kuzine mevcuttu. Kuzinenin üzerinde demlikte kaynayan çay, tepsisinde pişen mısır ekmeğinin mis gibi kokusu tüm odayı sarmıştı. Ayşe abla önce odalarımızı gösterdi. Odalarımıza yerleştikten sonra tekrar kuzinenin o sıcak atmosferinde toplandık. Ayşe ablanın bitmez tükenmez ikramları başlamıştı. Kuzine üzerinde fındık kavurması, peynirli patatesli çörekler, pekmezden pestiller. Günün yorgunluğunu atarken, yediğimiz içtiğimiz şöyle dursun, sıcak kuzinenin başında iyiceden mayıştık. “Hadi bize müsade, iyi geceler” deyip yün yatak ve yün yorganlar ile hazırlanmış yatağımıza derin bir uyku çekmeye gittik.
Sabah gözlerimizi açtığımızda, saat sabahın beşiydi. İlk duyduğumuz gümbür gümbür akan derenin, kuşların ve horozun sesiydi. Tan yeri yeni ağırmak üzereydi. En büyük şansımız, telefon şebekesinin bulunduğumuz konumdan çekmemesiydi. Dünya ile iletişimimizi bir günlüğüne de olsa kesmiştik. Tamamen doğanın huzurundaydık. Akşam yanık bıraktığımız kuzine halen yanmaktaydı. Üzerine su dolu bir ibrik eklenmiş, aynı şekilde çaydanlık üzerinde kaynamaktaydı. Kahvaltı için erken dedik kendimizi yaylaların kırlarına attık. 2-3 km yürüyüşümüzün ardından zirveye ulaştık. Sabahın o erken saatindeki huzur, temiz hava, manzara ve özellikle güneşin doğuşuna şahitliğimiz muhteşemdi.
Ayşe ablanın evine geri döndüğümüzde saat on olmuştu. İçeride kuzine başında tamamen kendi üretimi, doğal ve yöresel muhteşem bir kahvaltı bizi bekliyordu. Kendi hayvanlarından, çeşit çeşit peynir, kaymak ve süt. Yaylanın doğallığı ile beslenen tavuklarından yumurta. Gözü gibi baktığı, ayılar yemesin diye demir kafeslerde muhafaza ettiği peteklerindeki arılarından bal. Evinde yaptığı Rize kavurması. Değirmende öğüttüğü mısır unundan kuymak. Yayla ormanlarından topladığı yemişlerden reçeller. Reçellerden siyah tanecikli olanı hepimizin favorisi oldu. Ne kadar ısrar ettiysem tarifini vermedi, bana şart koştu. “Vereceğum ama bir şartum vardur?” Nedir? Diye sorduğumda; “habu yayla içun yazu yazacaksun. Anlatacaksun buralari, işte o zaman sağa habunin tarifinu vereceğum” söz verdim Ayşe ablama. “Yazacağım dedim. Sizler gibi insanları nasıl? Yazmam. Nasıl? anlatmam” dedim.
Baktık olacak gibi değil, biz işi gücü bırakıp buraya yerleşmeye yüz tutmuş hayaller kurarken, kendimize geldik. Daha çok yapacak işimiz, anlatacak insanımız, yazacak yazımız var dedik. İstemeye istemeye de olsa ayrılmak zorunda kaldığımız çiçekli yaylamızdan, tekrar görüşmek üzere diyerek ayrılmak zorunda kaldık.
Şayet yolunuz buralara düşerse; insanının Mert, misafirperver, kapılarının kilitsiz olduğu, birbirinden lezzetli yöresel tatlarını, dünyadaki cenneti görmek ve farkına varmak adına bir tatilinizde olsun, bırakın Ege’yi Akdenizi bu yörelere gelin. Hiç tanımadığınız, hiç bilmediğiniz ve hiç görmediğiniz insanların kapılarını çalın. O kapılar size ardına kadar açılacaktır. O insanlar sizi istediğiniz kadar Tanrı misafiri edeceklerdir. Sadece Karadeniz’de değil, tüm ülkemin her köşesinde...
Selam olsun örfümüzü, adetimizi yaşatanlara...
Selam olsun atalarımızdan gördüğümüz gelenek ve göreneklerimizi, yurdumun dört bir köşesinde yaşatan güzel yüreklere...