Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Parçalı az bulutlu
15°
Ara

Türkü ve Şarkılarımızın hikâyeleri - 2

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Türkü ve Şarkılarımızın hikâyeleri - 2

Kimi zaman neşe kimi zaman da hüzün verirler, en özel anlarımızın fon müziğidir. Türkü, şarkı ortaya karışık bir seçme yaptım sizler için… Okurken şarkıyı –türküyü olduğunuz yerden mırıldanacağınızdan eminim. Çünkü kendimden biliyorum, mırıldanarak yazdım.

Bazen sözleriyle müziğinin uyumuna hayran kaldım, bazen de şaşırdım. Bir önceki köşe yazımda “ ada sahillerinde geziyorum” şarkısının hikâyesi ile tezat geldi, şaşırdım açıkçası. Şimdiki yazımda da var yine beklenmeyen tarzda olanlar. Ama sonuç olarak müzik ruhun gıdasıdır. O anki ruh haliniz hangisini yaşıyorsa doğrusu da odur.

Bazen diyalog olarak, şiir ya da yazı yazarak anlatırsınız birisine duygu ve düşüncelerinizi, karşı taraf hangi düşünce ve duygudaysa sizi o yönde anlar, anlamak ister. Çırpınsanız da sonuç değişmez. Müzik de öyledir. Ruh halinizle paraleldir. Nasıl bir ruh halindeyseniz müzik notaları da size öyle gelecektir.

Peki, hiç türkü, dinlerken kimler için yazıldığını düşündünüz mü? İşte popüler birkaç türkü, şarkı ve onların bilinmeyen hikâyeleri:

Cem Karaca - Ceviz Ağacı

Nazım Hikmet, sevgilisiyle Gülhane Parkı'nda buluşmak üzere sözleşir. Buluşma günü gelir çatar, bu arada Nazım Hikmet polis tarafından aranmaktadır. Sevgilisiyle buluşacağı yere gelip beklemeye başlar. Bir anda parkın sağ tarafından polisler, sol tarafından sevgilisi gelmektedir. Nazım Hikmet her iki taraftan gelenlere de görünmeden ağaca çıkar. Sevgilisi az ileride ki banka oturup beklemeye başlar ve polislerde biraz daha ileride ki banka, polis gitmediği için Nazım Hikmet ağaçtan inemez, sevgilisi ümidi kesip gider. Polislerin gitmesiyle evine gitmeyi başarabilen Nazım, eline kâğıdı kalemi alıp bu muhteşem eseri yazar; aynı muhteşem eser bir başka muhteşem ustanın elinde  bulur, Cem Karaca besteler ve albümünde yer verir. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında.

Ah Bir Ataş Ver

Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları 4 Nisan 1953, Saat 02:15...Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı. Sessiz, soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetlidarbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları  şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları,  türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının Öbür ucundan en büyük kabulleniş, en büyük serzeniş, en derin elvedanın sesi geldi telefonun ucunda ki başçavuş şöyle dedi: " Vatan Sağolsun, komutanım."  tüm , denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi...

Nereden sevdim o kadını

Bir bahar akşamı İstanbul Kuşdili çayırında Hafız Burhan konserinde rastlaştılar Selahattin Pınar ile tiyatro sanatçısı Afife Jale. İkisi de 25 yaşındadır, çok severler birbirlerini ve evlenirler. Ancak Afife, önceleri tedavi olmak için başladığı morfine alışmıştır, bu kötü alışkanlığından kurtulması için çok mücadele ederler ama olmaz… Afife’nin ısrarı ile ayrılırlar sonunda ve ikisi için de kötü günler başlar. Afife Jale 39 yaşında yoksul ve kimsesiz hayata veda ederken Selahattin Pınar da acılar içinde yaşayacaktır.

Nereden sevdim o zâlim kadını

Bana zehretti hayatın tadını

Sormayın söylemem asla adını

Bana zehretti hayatın tadını

ŞU METRİSİN ÖNÜ

Şarkıyı Edip AKBAYRAM’dan keyifle dinlerdik, dinlerken de içimizi bir hüzün kapardı çünkü adı üstünde hapishaneyi anlatılıyor. Ayrılık var, keder var, çaresizlik var, özlem var, vuslat var hapishane duvarlarında…

Mehmet Koç şarkının söz yazarı. 12 Eylül döneminde arandığı için yurt dışına kaçmak zorunda kalmış. Bu arada sevgilisi Türkiye’de yakalanmış, mahkûm edilmiş. Kendisi o zamanları şöyle özetliyor; “Yıllarca mektup yazdık, o benim mektuplarımı mutlaka okumuştur, ama ben onun yazdıklarınız hiç okumadım. Çünkü çaresizliğine çare olamayacak durumdaydım ve ben asla kavuşamadım. Kendisine yazdığım mektuplarımda durumu belirttim. Acılı mısralarımın son noktasını yine onunla ilgili aldığım bir haber üzerine koydum; sevdiğime artık hiç kavuşamayacaktım. O ölmüştü. Cezaevindeyken öldü. Bu şarkı bir ağıttır. Her duyduğumda tüylerim ürperir, aynı acıyı yaşarım. Yıllar sonra, ülkeme döndüm ve sevdiğimin annesine hiç okuyamadığım mektuplarını verdim. Şimdi bütün ülkem bu türkü ile belki ağlıyor, belki de acılarını benim gibi tekrar yaşıyor. Bilemiyorum. Diyor. Bu sözlerin üstüne de yorum yapılmaz.

Narçiçeğim, günaydınım

Bir Hint efsanesi dinletisinin ardından yazılan şiirin güftelenmiş halidir. Melihat Gülses’in o billur sesiyle ne de güzel yorumlanmış…

Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim.

Vurdum tellerine seni sazımın

Sende anahtarı alınyazımın

Yağmur yağdı serpil yalnızlığıma

Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim …"

Efsaneyi kısaca şöyle izah edeyim; Cihangir Hanlığı'nın genç Prensi Salim Şah, birgün raksını görüp hayran kaldığı, Anarkali isimli genç ve güzel rakkaseye aşık olur. Evlenmek ister. Bir prensin halktan bir kızla evlenmesi yasak, hele bir rakkase ile evlenmesi akıldan bile geçmemesi gereken bir düşüncedir. Bu hâl prensin babası olan Han Akbar âşıkların birbirini görmesi yasaklanır. Ama aşk hükmünü sürdürür. Efsane aşk iyice dillenir. Zalimce başka bir plan bulunur. Güzel Rakkase Anarkali ibret için kentin ortasında, ölüme terk edilircesine penceresi olmayan dört duvardan ibaret dar bir odaya hapsedilir. Arkasından giriş kapısı da duvarla örülüp kapatılır. Her gün gelip bu hücrenin önünde, Hanın insafa gelip güzel Anarkali'yi affetmesini bekler. Mevsimler geçer. Prensin gözünü hiç ayırmadığı o duvarda güzel Anarkali'nın girdiği kapının taş örgüleri arasından ince zarif bir dal filizlenmiştir. Çiçek açacaktır aşk. Bir sabah duvarın önüne gelenler. Duvarın baştanbaşa kırmızı narçiçekleriyle kaplı olduğunu görürler. Hayranlık veren bir güzellik vardır. Adeta Güzel Anarkali'nin tüm güzelliği narçiçeklerindedir. Bir gecede bütün narçiçekleri açmıştır. Mevsimler boyu orada aşkın umuduyla bekleyen prens ise duvara yaslanmış Narçiçekleri arasında mutlu bir ifade ile ruhunu teslim etmiştir.. Aşk çiçekleri açmış aşıkın kalbi ise Anarkali'nin güzelliğini seyrettiği o çiçeklerin ihtişamına dayanamamıştır. Sevdalarıyla birlikte maşukunun yanındadır artık. Rivayet şu ki; O güzelim ateş rengi narçiçeklerinin çıkış yeri güzeller güzeli Anarkali’nin aşk dolu kalbidir. Taşları delip sevdiğine kendini göstermiştir.

MİHRİBAN

1932 Doğumlu Abdurrahim Karakoç tarafından sevdiğine yazılan şiiri ustaların ustası Sevgili Musa EROĞLU bestelemiş. Mihriban ve sarı saç sadece bir sembol. Şair kavuşamadığı sevdiğinin adını korumak için bir sembol olarak Mihriban demi. Ve öyle de güzel bestelenen bu türküyü, dinlerken herkes kendi Mihriban’ını buluyor.

Hayatlarını birleştirmek isterken, ümitsiz aşklarına ayrılık nikâhı kıyan iki sevgilinin, ümitsiz aşkını anlatıyor. Son bir kez daha görmek ister misin diye sorulduğunda bile “ bırakalım öyle kalsın, öyle hatırlansın, çünkü bizim aşkımız çok masumdu, güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın” diyor.

Sarı saçlarına deli gönlümü

Bağlamışım çözülmüyor Mihriban

Ayrılıktan zor belleme ölümü

Görmeyince sezilmiyor Mihriban



Yar deyince kalem elden düşüyor

Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor

Lambada titreyen alev üşüyor

Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *