Türkü ve şarkılarımızın hikâyeleri (1)
Her hayat, içinde birçok duyguyu barındıran ve gizli hikâyeler içeren ayrı bir hikâyedir. Kimi yaşadıkları aşkları, sevgileri, acıları, feryatları kelimelere döker ve kimileri de onları notaya döker. Kulağımıza bazen eğlenceli bir tarz ile gelir, kimi zaman da hüzünlü bir melodi ile gelir.
Duygularımızın yoğun olduğu her durumda sevinçli, hüzünlü ya da üzüntülü olduğumuz zaman şarkılara sığınırız. Onunla coşar onunla ağlarız. Dert ortağı olur kimi zaman, kimi zamanda mutluluğumuzu, sevincimize haz verir. Bazen sözleri anlatmak istediğin duygularını anlatır. Bazen de dilini anlamadan da müziği ile içini etkiler. Hüzünlenirsin. Ben Kürtçe bilmiyorum, Farsça ya da Fransızca da bilmiyorum ama birçok Kürtçe, Farsça ve Fransızca şarkının müziğinden etkileniyorum. Anlamları değil, notaların ahengi, kulağa geliş şekli, söyleme şekli ve müzik etkiliyor.
Anlamları olan şarkı ve türkülerimizin içine girdiğim zaman da bambaşka bir yaşanmışlıklara şahit olabiliyorsunuz. İşte onlardan bazılarının hikâyelerini sizinle paylaşmak istiyorum.
Zahide’m
Neşet Ertaş'ın "Zahide'm" türküsü de bir o kadar dokunaklı. Türkünün şairi Orta Hacı Ahmetlili Aşık Arap Mustafa'dır… Âşık Arap zor bir çocukluk geçirir. Annesini kaybettikten sonra, akrabası ile yaşar. Arap lakabını "Koca Oyunu"nda "Arap" rolünü canlandırmasından alır. 10 yaşında geldiğinde yukarıdaki köylerde çiftçilik yapmaya başlar. Ağasının kızı Zahide'ye aşık olur. Fakat parası olmadığı ve bir yakını olmadığı için bunu hiçbir zaman söyleyemez. 20 yaşında askere gider ve sürekli olarak mektuplarla arkadaşlarına Zahide'nin durumunu sorar. Bir süre sonra Zahide'nin başkasıyla evlendiği haberini aldıktan sonra bu türkü yazar. Platonik ve güzel bir aşkın hikâyesini, içli içli yanık sesiyle ne de güzel söyler büyük usta Neşet ERTAŞ
Ada Sahillerinde Geziyorum
Hep neşeli ortamlarda el çırparak söylenen bu türküde aslında Suat Bey ve Şadiye Hanım’ın hüzünlü aşkı anlatılır… Şadiye zengin bir ailenin kızıdır. Suat ise fakir bir gençtir. Kader ikisini bir yaz Ada’da buluşturur ve birbirlerine âşık olurlar. Fakat babası, kızını Suat Bey’e vermek istemez. Kış geldiğinde Şadiye ve ailesi Ada’dan ayrılır. Suat ise Ada’da kalır ve sahilde hep Şadiye’nin ona geleceği günü bekler. Bu arada mektuplarla haberleşmeye devam ederler. Fırtınalı bir akşam Suat bu özleme dayanamaz ve kendini denizin azgın sularına bırakır. Ertesi sabah, fırtına nedeni ile gelemeyen tekneden Suat’a bir mektup gelir, bu Şadiye’nin mektubudur. Mektupta Şadiye “Suat, babamı nihayet evlenmemize ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz.” yazıyordur.
Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman yollarını gözlüyorum
Yârim seni seviyor istiyorum
Beni şâd et Şadiye’m başın için...
Aldırma Gönül
Sabahattin Âli, 26 Aralık 1932 – 29 Ekim 1933 yılları arasında önce Konya sonra Sinop Cezaevinde tutuklu olarak kaldı. Sabahattin Âli’nin “Aldırma Gönül” şiirini yazdığı tarihi kale içindeki Sinop Cezaevi ise şimdi müzeye dönüştürülüyor. Sabahattin Ali’nin unutulmaz şiirini yazdığı, şimdi müzeye dönüştürülen hücresi turistlerin en ilgisini çeken yer. Şair, kapatıldığı hücrede kalenin surlarına çarpan deli Karadeniz’in dalgaları eşliğinde ve içinde sevdiklerine, memleketine ve en çok da özgürlüğe duyduğu hasretle dünyaya getiriyor şiirinin ilk satırlarını.
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Kimseye Etmem Şikâyet
Şarkı aslında henüz 13 yaşında evlendirilen bir kız çocuğunun haykırışını anlatıyor dersem siz de benim gibi çok şaşırırsınız.
İhsan Raif Hanım, babasının valilik görevi nedeniyle bulunduğu Beyrut'ta doğmuştur. 12 yaşına kadar da Adana'da daha babasının tayini nedeniyle İstanbul'a taşınır... İhsan Raif Hanım, İstanbul'a taşındıklarında Taş Konak'ta yaşamaya başlar. İhsan Raif Hanım 13 yaşındayken, yine bir gün kardeşi Belkıs ile oyun oynuyor ve Taş Konak'taki odalarına niyetinin hiç de iyi olmadığı belli olan kişi Reji Memuru Mehmet Ali, İhsan Raif Hanım'ı kaçırmaya çalışır fakat çocukların çığlığı sayesinde başarılı olamaz.
Babası Raif Paşa yaşanan bu hadiseden ve etrafta çıkan dedikodulardan sonra kızı İhsan Raif Hanım'ın Mehmet Ali ile evlenmesine karar verir. Üstelik henüz 13 yaşındayken...1890 yılında İzmir'e gelin olarak gönderilmeye hazırlanan İhsan Raif Hanım, Taş Konak'tan ayrılmadan önce, içindeki üzüntüsünü, korkusunu, nefretini ve umutsuzluğunu kâğıda döker.
Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
(Titrerim suçlu gibi baktıkça geleceğime)
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime
Evliliği, ailesi başka kadınlarla birlikte olan kocasından ayrılmasına razı gelene kadar, yani yaklaşık 14 yıl devam eder. Bu sürede 3 çocuğu olmuştur. İkinci evliliği 1 gün sürer. Üçüncü evliliği ise bir aşk evliliği olur. Yazar Şahabettin Süleyman ile evlenir. Eşi ölene kadar mutlu bir birliktelikleri olur.Dördüncü ve son evliliğini ise bir Fransız ile yapar. İhsan Raif Hanım’ın kısa ve fırtınalı yaşamı 1926’da son bulur. Öldüğünde 49 yaşındadır.
Uyan Sunam
Suna, Fahri Kayhan’ın eşidir. Çok sevmektedir Fahri Bey Suna’yı… Ve bilir karısının gözlerinin başka kimselere bakmadığını… O dönemin kadınlarının en büyük eğlencesi olan hamam sefalarından birinde Suna’nın sırtında bulunan ve bir ben dikkatini çeker Neriman Hanım’ın… Yemez içmez o beni akşam eşi Mustafa Beye anlatır.
Aradan zaman geçer… Fahri Kayhan kahvede Mustafa Bey ile karşılaşır ve bir süre sonra tartışırlar.Sırf Fahri Kayhan’ı yaralamak gayesiyle hareket eden Mustafa Bey’in dudaklarından şu sözler dökülüverir: “Sen benimle uğraşacağına kendi karına sahip çık, ben senin karının sırtındaki beni bile bilirim.”
Fahri Kayhan beyninden vurulmuşa döner… Suna’yı durumu anlatır… Suna iki gözü iki çeşme yeminler eder Fahri Kayhan’a. Fahri Kayhan eşine sarılır ve ikna olduğunu söyleyip bir daha hiç açmamacasına konuyu kapatır. O günden sonra karısına kötü davranır… Yine bir akşam yemekte sudan bir sebeple çıkan tartışma sonrasında Fahri Kayhan ceketini alır ve başlar Malatya sokaklarında dolaşmaya… Sabaha karşı eve girer ve karısı Suna, kendini asmıştır… Sallanan ayağının dibinde elinden düşmüş bir mektup durmaktadır. O mektupta Suna son sözlerinde şunları yazmıştır: “Kusura bakma beyim, ama günlerdir kafandaki soru işaretlerinin sebebini bilmekteyim… Kendimi temize çıkarmak için başka yol göremedim. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim…“
Fahri Kayhan gözyaşları içinde eşinin cansız bedenini yağlı urgandan ayırır, yere yatırır… İçindeki yangın öyle büyüktür ki, sözün bittiği yerde, kelimelerin küllerinden o meşhur türküyü yakmıştır:
“Şafak söktü, Suna’m yine uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan, derin uykudan