Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Orta şiddetli yağmur
16°
Ara
Damga Manşet Haber Ömer Faruk Gergerlioğlu: Tek çözüm demokrasi

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Tek çözüm demokrasi

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Türkiye'nin sorunlarını demokrasinin bitirebileceğini söyledi. Aslında önemli bir olgunluğa sahip olan topraklardayız" diyen Gergerlioğlu, "Devlet kendi katı ideolojisini dayatmadığı müddetçe toplum arasında bir sorun olamayacağını düşünüyorum" ifadelerini kullandı.

Okunma Süresi: 18 dk

28 Şubat sürecinde verdiği mücadele ile öne çıkan Ömer Faruk Gergerlioğlu Damga'ya konuştu. 2018 genel seçimlerinde HDP'den milletvekili seçilen Gergerlioğlu, Türkiye'nin en büyük sorununun, devletin ideolojisini topluma dayatması sonucu ortaya çıktığını ifade etti. Eninde sonunda çözüm sürecine dönüleceğini dile getiren Gergerlioğlu, şu anda izlenen yolun sorunları çözmediğini belirtti.

Kürt meselesi, düşünce özgürlüğü meselesi, din ve vicdan özgürlüğü meselesi ile ne zaman tanıştınız, bunlar size ne ifade ediyor?
Benim doğduğum aile düşünce özgürlüğünden siyasi görüşlerinden dolayı mağdur edilmiş bir aileydi. Rahmetli babam, İslami görüşlerinden dolayı sürgünlere uğramış bir memurdu. Biz de gözlerimizi böyle bir siyasi ortamda açtık. Çocukluğumdan itibaren, gazete ve kitapların olduğu bir ortamda büyüdüm. Okumayı seviyordum. İdeolojiyi ayrıntılı bir şekilde genç yaşlarda incelemeye başladım. Birçok alanda devletin ve iktidarların muhalif birçok kesime baskısı olduğunu gördüm. Bundan herkes nasipleniyordu. Muhalif İslamcılar, solcular, Aleviler, Kürtler... Ve dünyada birçok kesim devlet ve iktidarın baskılarından etkileniyordu. Ben, ilk gençlik yıllarımda ayrımcı bir anlayışa hep karşı çıktım. Kürt meselesi benim için çok kısa sürede, çok net bir şekilde anlaşılan bir meseleydi. Kesinlikle insanlar arasında bir ayrımcılık olamayacağı, devletin Türkleştirme politikası sonucunda Kürt meselesinin ortaya çıktığını görmem, anlamam çok kısa bir sürede oldu. Irkçılığa ve milliyetçi anlayışa hep karşı durdum. Din ve vicdan özgürlüğünün herkes için olması gerektiğini düşünüyordum ve bilhassa başörtülülere yönelik ağır baskıların yapıldığı dönemde bunun acılarınıda çok yaşadık. Ailemde yaşadım, İmamhatip mezunuyum. İmamhatiplilere ayrımcılık yapıldığı zamanlarda çok ama her farklı dini ve mezhebi kesiminde ayrımcılığa uğradığını görerek empati yaptım ve herkes için düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü olması gerektiğini söyledim. İşin doğrusu, 2003 yılında dahil olduğum Mazlum Der Kocaeli Şube Başkanlığı sayesinde insan hakları alanına girmem bu konularda daha da netleşmemi, daha da iyi perspektif sahibi olmamı sağladı. Bizi eğitti, sanırım hatalarımızı ve eksiklerimizi gidermemize de yardımcı oldu. Türkiye'de her farklı kesime ayrımsız insan hakları ihlalleri yapıldığını net bir şekilde gördük ve ayrımsız bir insan hakları mücadelesi yapılması gerektiğini, devletin zulm eden uygulamalarına karşı tüm toplumun, bireylerin yanında olmamız gerektiğini anladık. Bunun içinde gayret sarf etmeye başladım ve devam ediyorum.

Uzun yıllardır insan hakları mücadelesinde ön saflarda bulunan isimlerden birisiniz. Otoriteleşmeye, dair neler söylersiniz? Yaşanan mağduriyetlerin ilk zamanlara göre, daha azaldığından söz edebilmek mümkün mü, yoksa umutsuz vaka mıyız?
Uzun yıllardır insan hakları alanında çalışıyorum. Yıllardır gözümü açtığım andan itibaren siyasete, dünya ve Türkiye'ye meraklı bir insan olarak Türkiye'de malesef devletin kendini çok güçlü kılarak bireyler üzerinde çok zorbaca yöntemlere başvurduğunu gördük. Bunu yıllardır görüyoruz. Aslında demokratik bir ülke olsak, Türkiye'deki sorunları bitirmek çok zor olmayacak. Önemli bir olgunluğa sahip olan topraklardayız aslında. Devlet kendi katı ideolojisini dayatmadığı müddetçe toplum arasında bir sorun olamayacağını düşünüyorum. Ama devlet bu ideojiyi dayatıyor, iktidarlar kendi isimleriyle devlet politikalarını uygulamaya devam ediyorlar ve ezilenler bireyler oluyor. Malesef Türkiye'de insan hakları sorunlarını devlet çıkarıyor. Çünkü en güçlü mekanizma devlet ve insan hakları ihlali devletlerin elinde olur. Çünkü güçlü olan devlettir. Bireyler devletin karşısında demokrasi, insan hakları ararlar. Onlara bu alanı da devletin açması gerekir. Anayasalar zaten toplum içindir, toplumun önünün açılması içindir. Devletin güçlü yönünün toplumu ezmemesi içindir, ama ptarikte bu tersine kullanılır. Anayasa ne kadar çok toplumsal özgürlüğe vurgu yaparsa, pratikte o kadar tersine devletin fiili zorbacı uygulamalarını görürüz. Bundan dolayı tabi her dönem çok yoğun baskıya maruz kalan insanlar oldu. OHAL döneminde de, KHK zulmü zirveye ulaştı. Türkiye'de birçok dönemde haksızlıklar yapılıyor ama, OHAL döneminde KHK'lılara çok aşırı zulüm yapıldı. İşinden atılan insanlar özel sektörde çalıştırılmadı, en basit vatandaşlık hakları ihlal ve ihmal edildi ve engellendi. Tapu dairelerinde alım-satım yapılmasından, bankalarda hesap açma, kredi kartı, kredi kullanımının yasaklanmasına kadar, özel sektörde bir iş yeri açmasının belediyeler tarafından engellenmesine kadar ve hayatın birçok alanında büyük mağduriyetler, ötekileştirmeler ile büyük bir sivil ölüm yaşatıldı. Bu kadar yoğun bir biçimde dışlanan bu kesim, yurt dışına çıkma hakkına da sahip olamadı uzun bir süre. Şuan ancak takipsizlik ve beraat alanlar İçişleri Bakanlığı'nın uygun bulması halinde yurt dışına çıkış hakkı kazanabiliyor. Bu yüzden KHK'lılar koca bir Türkiye hapishanesinde perişan durumdalar. Bu mağduriyetler artarak devam ediyor, azalma yönünde bir emare yok, tüm kapılar kapatılmış durumda. Zamanın geçmesiyle insanların maddi ve manevi mağduriyetleri artıyor. İşinden, eşinden, aşından ayrılan insanlar cezaevlerine doldurulabiliyor. Çünkü Türkiye'de demokrasi ve hukuka yönelik bir gidişhat yok. Daha da kötüye giden bir dönem var. Bundan da KHK'lar kötü bir şekilde etkileniyorlar.

HDP’li siyasetçilerin, çözüm sürecinin bitmesiyle beraber toplum tarafından nasıl karşılandıklarını düşünüyorsunuz? Çözüm sürecine tekrar girileceğine inanıyor musunuz?
Çözüm süreci Türkiye için bir zorunluluktur ve sonunda dönüp dolaşıp çözüm sürecine gelinecektir, başka çaresi de yoktur. Kürt sorunu basit bir insan hakları sorunu değildir. Kürt toplumu da basit bir kitle değildir. Kürt meselesi çok ağır ve kronik bir insan hakları sorunudur. Bu yüzden mutlak suratle çözüme dönülmesi lazım. Şuan ki iktidarın politikaları eski, baskıcı bir politikadır. Bir anlamı yoktur ve beyhude çabalardır. Erdoğan, iktidarını kurtarabilmek için çözüme değil, vitrine oynamaktadır. Belki kısa süreli kazanımlar kazanabilir ama kesinlikle çözüm değildir. Hem Türk toplumuna da kötülük yapar çünkü Kürt meselesinin çözülememesi sadece Kürtlerin bir sorunu değil, aynı zamanda Türk toplumu da bundan zarar görüyor, Türkiye ekonomisi büyük zarar görüyor. Kesinlikle insani, hukuki olarak halledilmesi gereken bir mesele. Aslında basit bir meseledir, ama devlet dayatmacı politikalarıyla çözmek istememektedir. Kaç yıldır Kürt politikacılar mağdur edilmektedir, zindanlara doldurulmaktadır. Hayat onlar için cehenneme çevrilmiştir. Çözüm süreci sırasında bir ümit tüm opsiyonlara kapı açan Kürt siyaseti çözüm sürecinin bitmesiyle malesef hayal kırıklığına uğramış ve zindanlara doldurulmuştur. Fakat halkta bıraktıkları iz bitmemiştir. Selahattin Demirtaş, çözüm sürecinde toparlayan ve Kürt meselesine soğuk bakan birçok kişi tarafından oy alabilen bir kişiydi, yükselen bir partiydi HDP. Ama Erdoğan'ın kendi çıkarını ortaya çıkaran ve zor bir süreçten vazgeçerek, çıkarlarını düşündüğü bir dönem sonrası bozulan bir süreç oldu. Sonrasında da değişen bir şey olmadı. Aradan geçen 5 yıl içinde malesef binlerce insan öldü, bir sürü kent, köy yakıldı, yıkıldı, preişan oldu. Kürt cephesinde değişen birşey yok ama, hatta umudu kesmiş bir haldeler. Bunlar, bu topraklar için, bu coğrafya için sadece devletler için demiyorum, son derece üzücü olaylar. Çünkü biz burada Kürtler, Türkler, Sunniler, Aleviler, Hristiyanlar... herkes olarak sorunlarımızı çözmeliyiz. Çözmediğimiz zaman tepemize bombalar, ateşler yağıyor. Ve biz bu topraklardaki insanlar olarak, bu ateşlere başkasının tepesine insin diye para veriyoruz. Ama hepimizn tepesine iniyor. O yüzden bunlar kesinllikle kurtuluş değildir. Kurtuluş demokratik bir anlayışla yaşayabilmektir. Toplum tabi ki devleti, medya, bürokrasi organlarının kendisine gösterdiği gibi görüyor ve toplumda çözüm sürecinde yaklaşımının iyileştiği, Kürt siyasetine yönelik gayet soğuk bir tavır içinde. Kürt siyasetini ve siyasetçilerini terörist olarak görüyor. Çünkü kendilerine böyle gösteriliyor. Bilmiyorlarki aslında en çok çatışmaya karşı olan, barışı ve insan haklarını isteyen Kürt siyasetçilerdir. Ama böylesine bir paradoks var şuanda. Malesef zannediliyorki, tüm askerlerimizin ölmesinin sebebi Kürt siyaseti, HDP'nin mecliste olması. Malesef topluma yanlış enjekte ediliyor ve toplumda HDP'nin mecliste olmasını olumsuz görüyor, şeytanlaştırabiliyor. Bunlar malesef çözümsüzlük sürecinin toplum halleri. Ama hiçbir sonuç getirmeyek. Bunlar malesef çıkmaz sokağı artıran haller.

HDP’nin Edirne ve Hakkari’den Ankara’ya başlattığı ‘Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü’nün engellemesine karşın neler söylemek istersiniz?
Türkiye'de HDP'nin geçtiğimiz günlerde yaptığı Edirne'den Ankara'ya, Hakkari'den Ankaraya, tüm Türkiye'yi kucaklayan, kuşatan, tüm Türkiye sorunlarına sözü olan 'Darbelere karşı demokrasi yürüyüşü' eylemi engellenmeye çalışıldı. Yoğun bir polis baskısı altındaydı. Kriminalize edilmeye çalışılan bir partinin yürüyüşü tamamen yaptırılmamaya çalışıldı. Israr ve direnç sonrası yürüyüşe kısmi izin verildi. 10'dan fazla ile giriş çıkışları konuldu, adeta olağanüstü hal ilan edildi birçok yerde. Sonrasında yürüyüş yapıldı ama birçok yerde resmi görevliler, milletvekilleri, parti MYK üyeleri dışında halkı çeşitli yerlere almama zorbalığıyla devam etti. Bu her iki tarafta da Ankara'ya doğru olan yürüyüşte hep böyle devam etti ama bu engelleme tutmadı, halkın yoğun ilgisi vardı. Çok istenen bir düzeyde olmasa da çok ses getirdi. Çünkü ana akım medya HDP'li siyasetçileri çıkarmak istemiyordu, önemli bir baskı uyguluyordu, bir provakasyon arıyordu. HDP, bu provokasyon görüntüsüne izin vermedi. Özellikle dikkat etti, tedbirli oldu. Sonucunda demokrasi yürüyüşü tamamlandı. Ankara, Edirne ve Hakkari'den gelen ekiplerin biraraya gelmesiyle, meclis parkında yapılan bir açıklamayla bitti. Ama tabiki süreç olarak bitmedi. 1 Eylül'e kadar çeşitli etkinliklerle devam edecek. Ne kadar görünmek istenmese de medyada bu durum konuşuldu, izlendi ve mutlak suretle bir ses getirdi. Engelleme çabaları aciz çabalar. Kürt meselesinin mahiyetini anlamayan çabalar. Sanki HDP engellense Kürt meselesi gözden ırak tutulabilecek. Böyle birşey yok. Kürt meselesi çok açık ve net bir sorun. HDP ile var olmuş bir sorun değil. Devlet ve iktidarların yürüttüğü, insan hakları ihlalleri sonucunda büyümüş bir mesele. Bugün aynı tekrarı yaşıyoruz. Bunlar çocukça tekrarlar devlet açısından. Yöneticilerini tutukladığı, kayyımlar atadığı bir partinin, ki bunlar hep hukuk dışı çabalar. Sesini yükseltmeye çalışan bir partinin başını ezmeye çalışmak trajikomik tedbirler. Çünkü arkasında koca bir halk olan, Türkiye'nin üçüncü partisi olan bir partisi ve Kürt meselesi de Türkiye'nin en büyük meselesi. Bunlar böyle polisiye tedbirlerle örtülemez.

Türkiye'de insan hakları savunucusu olmak zor mu? Verdiğiniz bir röportajda, "Her Türlü 'ci-cu' oldum" demiştiniz. Derdiniz insan haklarıysa, sizi sıfatlandırmaları sizce niye?
Türkiye'de insan hakları savunucusu olursanız size hemen ci,-cü gibi lakaplar takmaya başlarlar. Bir dönem baş örtüsü yasaklarına karşı çıktım bana mülteci dediler. Bir dönem Ermenilere karşı yapılan haksızlıklara karşı çıktım, Hrant Dink cinayetine karşı büyük bir tepki ortaya koydum ve Ermeni meselesinde yüz yıldır çok büyük haksızlıklar yaşatıldığını ve gerçeğin söylenilmediğini söylediğim için Ermenici dediler. Her zaman için Kürt meselesinde devletin çok büyük ihmallere imza attığını söylediğim için, Kürtçü, PKK, Apocu dediler. OHAL döneminde KHK'lılara bir soykırım yaşatıldı, sivil ölüm yaşatıldığını söylediğim için FETÖ'cü dediler. Dedilerde dediler, demediklerini bırakmadılar. Bizim insan hakları savunuculuğumuzu anlamadıkları için ne yapacaklarını şaşırdılar. Ben Alevilerin, sol camianın uğradığı haksızlıklara da karşı çıktım. Alpaslan Kuytul ve camiasına yapılan ihlallere de karşı çıktım. Bütün bunlarda ne diyeceklerini bilemediler ve 50 bin tane örgüt üyesi yaptılar. Aslında bilmiyorlardı ki derdimiz insan ve insan hakları mücadelesiydi. Bundan habersiz oldukları için bizim yaptığımız mücadeleyi birtakım cı, cü'lerle ifade etmeye çalıştılar. Son derece üzücü bir durum tabiki. Zaten Türkiye'de insan hakları eksik, bunu yapmaya çalıştığınız zaman baltalanıyorsunuz. Toplumun insan hakları mücadelesini anlamaları engelleniyor. Ancak mağdur olan insanlar bu yaftalama geleneğinin ne kadar boş, zalimce olduğunu kendileri mağdur olduğu zaman anlıyor. Bazen geç oluyor tabi bunlar. Ama çok net ve pişmanlık içeren bir anlamı oluyor. Meselenin insan haklarını mücadelesi olduğunu hepimize hatırlatmak durumundayız, birbirimize sahip çıkmak durumundayız. İnsan hakları aktivistleri belki birçok zarar uğrar ama, yıllar geçtikten sonra birçok kazanımlar elde eder ve hiç pişman olmazlar. Ben yaptığım hiç bir şeyden pişman olmadım.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de pandemi savaşı sürüyor. Türkiye'nin koronavirüs mücadelesini yeterli görüyor musunuz?
Koronavirüs mücadelesi kolay bir mücadele değil. İşin doğrusu tam nedenini bilemiyoruz ama insanlığın yağmacı bir anlayışla yaklaştığı doğanın belki de bir tepkisi ve insanlığın bu yağmacı anlayışına karşı belki de acımasız bir rövanş yaşıyoruz. Virüs tam tanımlanamıyor ve aşı geliştirilemiyor. İnsanlık ne yapacağını bilemiyor, dehşet veren sayıda ölü sayıları var. Gerçekten büyük rakamlar bunlar. Yarım milyona yakın insan hayatını kaybedecek belki de ve baş edilemiyor. Dünyada da, Türkiye'de de kolay bir şey değil bu mücadele. Belki yaz aylarının gelmesiyle biraz azalan, sonbahar aylarında da pik yapma ihtimali olan bir virüsten bahsediyoruz. Bu da son derece sıkıntılı bi durumu gösteriyor. Hepimizin bu konuda ciddi olması lazım, sağlık çalışmalarının hız kesmemesi, gevşememesi, test sayılarının artması gerekiyor. Siyaset üstü, insani bir mesele. İnsanlık tüm dünyada bu konuda büyük bir imtihan veriyor. Devletin bu konuda şeffaf davranması lazım. Her bakanlığın bu konuda şeffaf bir anlayışla halka hizmet etmesi, doğru bilgileri vermesi ve doğruları gizlememesi lazım. Önemli hataların olduğunu gördük iktidar cenahında. Hazırlıksız yakalanma yaşadık en başında. Oysa Çin'den tüm dünyaya yayılan bu virüsün Türkiye'ye uğrayacağı belliydi. Bunun bir miktar faturasını ödedik. Daha da ödememek için tedbirleri sıkı tutmalıyız.

Cezaevlerinde yaşanan koronavirüs vakalarını birçok kez dile getirdiniz. Hatta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Sincan Ceza İnfaz Kurumunda koronavirüs testi pozitif çıkan tutuklu olduğu yönünde yaptığınız paylaşım sebebiyle soruşturma başlatmıştı? Soruşturmanın seyrinden ve bu konudan biraz söz eder misiniz?
Önceki soruda da belittiğim gibi, iktidar koronavirüs mücadelesinde hem yetersiz, hem de samimi değil. Birçok olayı gizlemeye çalıştı. Bilimsel olmayan istatistikler üzerinden halkı yanılttılar. Adalet Bakanlığı da böyleydi; cezaevlerinde büyük bir tehlike vardı. Onun için infaz indirim yasası çıktı ve infaz indirim yasasında ayrımcı bir şekilde birtakım mahpuslar seçilerek dışarı çıkarıldı. Bunların çoğu hırsızlık, gasp, mafya suçlarıydı. Sonunda da anlaşıldı ki, Alaattin Çakıcı gibiler için çıkmıştı bu yasa ve siyasi mahpuslar cezaevinde tutuldu. Hem ayrımcı bir yasa yapıldı, hem de sağlık açısından da ayrımcılık yapılarak mahpuslar adeta ölüme terk edildi. Halen bu muğlak devam ediyor. Adalet Bakanlığı, salgının başlangıcından itibaren aşırı bir titizlikle, gizlilikle vaka bildirmemeye çalıştı, savcılıklar hep yalancı açıklamalar yapmaya çalıştı. Ama bizde vakaların ortaya çıktığını halka göstermeye çalıştık. Onlardan birisi 23 Mart günü Ankara Sincan Cezaevi'nden, şehir hastanesine kaldırılan Arif Yıldırım isimli kişiydi. Kişinin koronavirüs tedavisi olduğunu ve hastanede yattığını söylediğimiz için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı hakkımızda bir soruşturma başlattı ve devam etti, meclise bir fezleke gönderdi. Ama biz olayı takip edip, 10 gün sonra bu mahpusun apar topar tahliye edildiğini, infaz indirim işleminin yapıldığını öğrendik. Neyi gizlemeye çalışıyorlarsa... Ardından tüm bu gizlemeye çalışmalarına rağmen hastanede 14 Nisan tarihinde, koronavirüs tedavisi görürken hayatını kaybettiğini ve kayıtlara koronavirüs olarak girmediğini, başka tanılarla girdiğini gördük. Üstünü örtmek için önemli bir gayret gösterdiklerini tespit etmiş durumdayız. Böyle bir durumda biz aslında Adalet Bakanlığı'nın vakaları gizlediğini ispat etmiş olduk. Trajikomik bir şekilde hakkımızda soruşturma açıldığını, tutuklunun daha sonra alel acele infaz ertelemesi verildiğini ve buna rağmen hastanede vefat ettiğini gördük. Yani gelişmeler bizi haklı çıkardı. Elinde yasal gücü olanların bir milletvekilini susturmaya çalıştığını gördük. Bu yüzden de Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Hamza Yokuş hakkında görevini kötüye kullandığından, kişiliğimize yönelik saldırıda bulunmasından dolayı suç duyurusunda bulunduk.

İŞKENCE BİR İNSANLIK SUÇUDUR
Gözaltına alınanların emniyette işkence gördüklerini dile getirmiş ve ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından tepki almıştınız. Size, "FETÖ’nün TBMM'ye sızdırdığı bir milletvekili" tanımlamasında da bulunulmuştu. Öne sürdüğünüz iddialar 2020 Türkiye'sinde ne kadar var?

Türkiye'de devlet kendi oluşturduğu ihlalleri görünmez kılmak için yeni ihlaller oluşturuyor. Kendi oluşturduğu ihlallere uymayanlara zulm ediyor, adaletsiz yapıyor ve o yine itiraz ettiğinde bu defa ona etiketler yapıştırarak terörist, vatan haini diyor. Sorunu böyle giderdiğini sanıyor, aslında sorunu katmerleştiriyor ve işkence devam ediyor. İşkence de çok önemli bir insan hakları ihlali. Bu şekilde çözmediği sorunu dile getiren insanlara yönelik insan hakları ihlalleri yapılıyor. Suçlu da olsa, suçsuz da olsa bir insana işkence yapmak insanlık suçudur ve kabul edilebilir birşey değildir. Zaman aşımı da yoktur işkence suçlarında, bir insanlık suçudur. Türkiye'de OHAL döneminde işkence suçlarında büyük artış oldu. Devlet görevlileri işkence yaptı, kaçırma yaptı ve bunlar sorgulanmadı. Uluslararası kuruluşlar, AİHM ve BM Türkiye'ye bu konuda sorular sordu, Türkiye bunları cevapsız bıraktı. STK'lar bu konuda raporlar hazırladı. Diyarbakır, Urfa, Ankara ve birçok baronun raporları Trabzon Beşikdüzü, Elazığ Cezaevi, Van Cezaevi için raporlar düzenlendi. Ankara Barosu, Ankara Emniyeti'ndeki işkenceler için raporlar düzenledi. Her şey ortadaydı, bunları biz çok dile getidirk. Hatta Ankara Emniyeti'ndeki işkence boyutları dehşet boyuttaydı. İşkenceye uğrayanlar, Ankara Barosu yetkililerine; "makata job sokma" şeklinde işkencelerin, yapıldığını söylediler. Ağır işkence seanslarının olduğu belirtildi, bunlar raporlara geçti. Tüm bunlara rapmen gündeme getirdiğimiz için bize de yönelik iftira ve hakaretler yapıldı. İçişleri Bakanı kendisine bu soruları soranlara hakaretler yağdırdı. Ve defalarca bu soruları kendilerine sorduğumuz halde tek bir cevap bile vermeyen bir Bakanlık var. Yaptıkları yalan yanlış açıklamalardan sonra baronun raporları oryadayken, hiçbir açıklama yapmayıp, görmezden gelen bir İçişleri Bakanlığı var ve kalkıp bize; "FETÖ'nin meclise sızdırdığı milletvekili" olarak tanımlama iftirasında bulundu.

CEZAEVLERİNDE ÇOK BÜYÜK BİR DRAM VAR
Cezaevlerindeki çocukların durumunu sormak isterim. Rakamla belirtmek gerekirse bu oran ceza infaz yasası değişikliğiyle düşüş yaşadı mı? Ceza infaz yasası kimlere yaradı?

Türkiye'de 0-6 yaş çocukların cezaevlerindeki dramı çok büyük bir dram. Kasım 2019 verilerine göre 780 civarında 0-6 yaş arası bebek ve çocuk var. Bu neredeyse aradan 8 ay geçtikten sonra tahminen daha da artmış bir sayıdır. Çünkü hergün cezaevine konulan hamile ve çocuklu kadınlarla karşı karşıya kalıyoruz ve Türkiye'deki adaletsizliğin çok vicdansız bir örneği oluyor bu. Çünkü orası bebekler ve çocukların kaldırabileceği bir yer değil. Çok büyük zorluklar yaşıyorlar. Psikolojik sorunlar yaşıyor. Anne ve babası mahpus olduğu için, dedesi- ninesi yanında kalmak zorunla olan çocuklarda çok büyük fizyolojik, psikolojik sorunlar yaşıyor. Bunların ceza infaz yasasıyla ne derece azaldığı yönünde bir bulgu yok, çünkü Adalet Baknalığı bu konuda açıklama yapmıyor. Ceza infaz yasası daha çok gasp, çete, hırsızlık, mafya suçlularına yaradı. Masum çocuklu annelere, loğusa annelere, yaşılılara, hastalara yaramadı. Bu çok vicdansızca bir durum. Hadi her şeyi anlarızda, cezaevindeki bebek ve çocukların perişan hallerini anlamak mümkün değil. Çünkü onlar için korkunç bir yer. O çocuklar bizim neslimizi oluşturuyorlar, ileride tüm topluma etkileri olacak. Bu çocuklar toplum için bir serseri mayın olabilirler. Çünkü biliyorsunuz Kürt meselesi Diyarbakır zindanından çıktı. Böyle Türkiye'deki meseleleri zindanlarla çözmek, kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden insanları cezaevine doldurmak bir müddet sonra toplumda bir çok sorunun ortaya çıkmasına ve artmasına yol açıyor. Bu çocukların durumunu yakından takip ediyorum ve inanılmaz dramlar yaşandığını görüyorum. Vicdan kaldırmıyor. Gerek sosyal medya yoluyla, gerek verdiğim soru önergeleriyle, araştırma önergeleriyle bu mağduriyetin giderilmesi için yoğun çaba sarfediyoruz. Çıkan yeni yasalarla aslında hamile ve 18 aya kadar bebeği olan kadınların tutuklanmadan, evde hapis veya adli kontrollerle cezaevi dışında tutulabileceği söylenmesine rağmen, acımasızca savcılar tutuklamaya sevk edip, hakimler tutuklama kararı veriyor. Bu da Türkiye'de ne kadar acımasız ve siyasi bir yagı olduğunu gösteriyor.

ERKEN SEÇİM İHTİMALİ DÜŞÜK
Türkiye'de erken seçim yartışmaları giderek büyüyor. Cumhur İttifakı'nın güçlü iktidar desteği açısından bakıldığında bir erken seçim ancak AK Parti ve MHP isterse olur gibi yansıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye'de kısa vadede bir erken seçim yapılacağını düşünmüyorum. Eğer ki Ak Parti ve MHP arasında bir anlaşmazlık olsaydı erken seçim olurdu. Ak Parti Genel Başkanı Erdoğan da, erken seçim olmaması için, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile yola devam edip her türlü tavizi veriyor. Bahçeli'nin istediği maddeleri her türlü uyguluyor. Cumhur ittifakı 2023'e kadar seçim yapmamayı düşünüyor ama bu 2022'lere kadar gider bana kalırsa. Ama kısa vadede bir erken seçim düşünmüyorum. Çünkü Ak Parti ve MHP gemiyi birlikte yürütüyorlar. Yeni bir erken seçim onlar için bir tehlike. Giderek, çok hızlı olmasa da oyları azalıyor. Gelecek Partisi ve Deva Partisi'ni büyütmemek için de bazı çarelere başvuruyorlar. Seçim yasasını değiştirmek, ittifaklar için yüzde 5, bölge barajları için yüzde 20 gibi gibi inanılmaz oran teklifleri var. Yüzde 10 barajını düşüreceklerine yeni barajlar koymaya çalışıyorlar. Ama öncesinde de olduğu gibi baraj koyanlar önce kendi barajlarında boğulacaklar. Bunu unutmamaları lazım. Cumhur ittifakındaki erimenin devam edeceğini düşünüyor. Hangi tedbirlere başvurursa vursunlar kendilerini kurtarabileceklerini düşünmüyorum. Kısa vadede kendilerini kurtarabilecekler belki ama uzun vadede hem kendilerine hem de memlekete büyük zarar verecekler.

Röportaj: Ali Tarakçı

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *