Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Şiddetli yağmur
4°
Ara
Damga Gündem Türkiye’nin dış politikası yanlış mı idi, ya da nerede hata yapıldı da yolumuza bir Suriye çıktı? (2)

Türkiye’nin dış politikası yanlış mı idi, ya da nerede hata yapıldı da yolumuza bir Suriye çıktı? (2)

İkinci yol ise, Tunus’da Gannuşi'nin önderligini yaptığı "uzlaşmacı" yol oldu...    Çok ilginçtir ki, nedense(!) Tunus devriminin  içinde bulunduğu süreç Türkiye’de pek ilgi görmedi, hatta basında bile pek fazla ele alınmadı!! Çünkü, buradaki kilit kavram artık bizde yavaş yavaş rafa kaldırılmaya çalışılan o "uzlaşma”-“tarihsel uzlaşma" kavramıydı!... Kimle, neyle uzlaşmıştı acaba Gannuşi ve onun-yani Tunus’un devrimci güçleri?..

Okunma Süresi: 7 dk

İkinci yol ise, Tunus’da Gannuşi'nin önderligini yaptığı "uzlaşmacı" yol oldu...    Çok ilginçtir ki, nedense(!) Tunus devriminin  içinde bulunduğu süreç Türkiye’de pek ilgi görmedi, hatta basında bile pek fazla ele alınmadı!! Çünkü, buradaki kilit kavram artık bizde yavaş yavaş rafa kaldırılmaya çalışılan o "uzlaşma”-“tarihsel uzlaşma" kavramıydı!... Kimle, neyle uzlaşmıştı acaba Gannuşi ve onun-yani Tunus’un devrimci güçleri?.. Eski statükoyla uzlaşılmadığı açıktı!.. Sanıyorum, uzlaşının çerçevesini demokratik parlamenter sistem ve herkesin katıldığı bir süreçle hazırlanan -böyle bir sistemi temel alan- yeni bir anayasa oluşturdu. Aslında olay bu kadar basitti! Ve sonunda başardılar da... Türkiye'deki süreç de özünde aynıydı aslında... Türkiye’de yaşanılan da zamana yayılarak gelişen bir burjuva-halk devrimi süreciydi… Ve, 12 Eylül 2010 Referandumuyla birlikte devrimin birinci aşaması, yani statükonun  alaşağı edilmesi  bizde de tamamlanmış oluyordu. Ama nedense Türkiye bir türlü “ikinci aşamaya”, yani kazanımları konsolide ederek yeniyi inşa aşamasına geçemedi! Civciv kabuktan çıkmaya başlamıştı ve bu çıkışıyla birlikte de herkese yol göstericilik yapıyordu; ama daha sonra bir türlü kendi yolunda gitmeyi beceremedi; devrimin jakoben ruhu öylesine kabarmıştı ki, “ulan biz ne imişiz“ havasıyla kabuk kırıcılığa devam etmek daha çekici geldi!.. AK Parti’nin “fabrika ayarları”         meselesi!... AK Parti, iktidara geldiği o başlangıç döneminde, kendisi bile farkında olmadan, “eskinin içinden yeni bir toplumsal DNA ile” (buna daha sonra “fabrika ayarları” dendi!) çıkıp geliyordu. O dönemde uygulanan politikalar hep bu “yeni” yi temsile yönelik “fabrika ayarlarıyla” ilgiliydi... Ama sonra çocuk biraz büyüyüpte ERGENLİK ÇAĞINA girmeye başlayınca işler değişmeye başladı. Öyle oldu ki, kimlik oluşturma sürecinde, eskinin içinde karşıt kutupta gelişen reaksiyoner-geleneksel İslamcı kimlikle, ergenlik dönemine özgü kendi nefsini olduğundan farklı görme ruh hali (Devleti-iktidarı ele geçirmiş olmanın verdiği “ben ne imişim de farkında değilmişim” anlayışı) birleşince süreç yolundan çıktı ve eskiden beri varolan Devletçi sistemin içinde “yerli-milli” bir yere oturuldu… Bunda tabi, tarihsel gelişim süreci içinde yaşanılan ve henüz daha kendi içinde hesaplaşılarak anlaşılamamış olan  travmatik olayların da rolü  vardı... İçine girilen  hareketli süreç (ele geçirilen Devleti ve sistemi yönetebilme, önüne çıkan acil sorunları çözebilme zorunluluğu) ergenlik döneminin kimlik oluşturma  mekanizmasıyla içiçe geçince, yeni doğan ve kendini arayan toplumsal bebek, bir anda, işin içinden çıkamamanın verdiği psikolojiyle kendini eski sistemin içinde anne rolünü oynayan o eski İslamcı-reaksiyoner ideolojik duruşun koruyucu kanatları arasında buluverdi; öyle ki, aynı anda ele geçirdiğini-fethettiğini sandığı Devlet tarafından fethedildiğini bile anlayamadan!!... Nasıl anlasındı ki, ne de olsa “Tanrının yeryüzündeki gölgesi durumunda olan” bir Devleti onlar alaşağı etmişlerdi. Böylesine kutsal bir işi ancak “göklerden gelen bir  karar” uyarınca kutsal-Tanrısal bir güce sahip olanlar başarabilirdi. İşte, “organik liderlik” falan derken işin bir “Mehdi” yaratma noktasına gelişi böyle oldu!.. Müthiş bir şeydi bu! Tanrısal bir zırha bürünmek, kısa zamanda, kimlik arayışı içinde olan “yeni”ye ait güçler için de cazip hale gelince bu ruh hali bir anda ideolojik bir virüs gibi hızla zihinleri işgal etmeye başladı... Yeni “devrimci”         kimlik!!... İşte o “fabrika ayarlarının” (“yeni Türkiye’ye ilişkin toplumsal DNA’ların) yerini eskinin içinde oluşan reaksiyoner-İslamcı ideolojik bir kimliğin alışı böyle oldu. “Devrim” mi idi söz konusu olan, çok basitti, aynen “solcuların” anladığı gibi eskinin içindeki ezilenlerin -“Siyahtürklerin”-  başkaldırarak iktidarı ele geçirmelerinden başka bir şey değildi bu!!. AK Parti kısa bir süre içinde böyle bir “devrimci” kimliği benimseyiverdi!.. Aslında bunun, ana rahminden çıkan çocuğun tekrar eskinin o Devletçi duvarlarının içine hapsolmasından başka bir anlamı yoktu tabi, ama ne yapacaksın, demek ki iç ve dış dinamiklerin gelişme seviyesi henüz daha bu kadarına müsade ediyordu!... İşte, dış politikadaki değişim olayı bütün bu süreçlere paralel olarak ortaya çıktı... Madem ki arkamızda “göklerden gelen ilahi bir karar” vardı, yani Tanrısal bir iradeydi söz konusu olan, o halde bunun önünde kim durabilirdi?.. Amerika’ymış, Avrupa Birligi’ymiş, Batı’ymış bunlar ne idi ki, hepsi kendini “üst akıl” sanan, “püf” desen yıkılacak kağıttan kaplandı bunların!! “Ya Allah” dedin mi duramazlardı karşında!.. Aşağıdan yukarıya  gelişen devrimci dinamik, yavaş yavaş yerini yeni tipten sübjektif idealist bir devrim anlayışına bırakıyordu... Kısa zamanda bu ruh haline uygun bir ideoloji yaratma işi de başarılmış, “Stratejik Derinliğimiz” yeniden keşfedilerek tarihten gelen “Stratejik Zihniyetimizi” günümüz koşullarında ideolojik bir silah olarak kullanma anlayışı bir anda son derece cazip hale gelmeye başlamıştı!.. Artık o “yumuşak güç”, insanların vicdanına hitab etme anlayışı  falan yetmiyordu. Bütün bunların güçlü bir ulus devletin elinde ideolojik bir silah haline getirilmesi de lazımdı... İşte, “yanlışlar” zinciri böyle  ortaya çıktı. “Dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye, şimdi artık “madem ki öyle, o halde “EN BÜYÜK BENİM” demeye başladı!.. Kendi objektif gücünü falan bir yana bırakıp o “Tanrısal güce” güvenerek herkese meydan okuma süreci böyle gelişti...   Mısır da darbe mi olmuştu, bu yeni ruh haline göre öyle  sözle darbeye karşı çıkmak yeterli değildi artık, “ülkelerin iç işlerine karışmamak” ilkesi falan hikaye idi, onun alaşağı edilmesi için harekete geçmek de gerekiyordu!.. Suriye’de Esed kendi halkına ateş açmış, muhalefet de buna karşı silahlı mücadeleye mi soyunmuştu, öyle “sakın ha, siz de silaha sarılmayın” falan demenin  bir anlamı kalmamıştı; hiç tereddüt etmeden onları desteklemek lazımdı!.. Halbuki eskiden olsa böyle yapmazdı AK Parti. Derdi ki, “bakın ben sizi destekliyorum, ama sakın ha  siz de silaha falan başvurmayın! Bu yola girerseniz beni arkanızda bulamazsınız”!.. Kendi ülkesinde tek bir kişinin bile kanını dökmeden tereyağından kıl çeker gibi başardığı işi örnek göstererek derdi ki, devrim öyle silahla falan değil, ancak varolan sistemin içinde gelişip güçlenen yeniye ait güçler tarafından başarılabilecek bir yenilenmedir... Libya’da dışardan yapılan müdahaleye karşı çıkan AK Parti ve Türkiye şimdi artık Suriye’de ittihatçı geleneğe sahip çıkan ideolojik  jakoben-devrimci bir duruşa yöneliyordu. Hem sonra, buralar, “bütün o Ortadoğu ülkeleri eski Osmanlı’nın mülkü değil miydi”, “1. Dünya Savaşı o emperyalist Batı’lı güçler tarafından ekstra bizi parçalamak için çıkarılmamış mıydı”? “Şimdi görev, “üst akılın” oyununu bozmak, “parçaları tekrar ana gövdeyle birleştirebilmek için ikinci bir kurtuluş savaşı vermekti”!.. Ve bu hızla, “her şeyin müsebbibi o üst akıl”a karşı, bütün kötülüklerin nedeni sayılan Batı’ya karşı ideolojik bir saldırı kampanyası başlatıldı... Öyle Batı ittifakını falan takmıyordu artık Türkiye, almış başını gidiyordu... “Haklıydık” ve de önümüzde bize yol gösteren “liderimiz” arkamızda da nasıl olsa Allah vardı!... Sonuç: Suriye’de bugün gelinen durum bir sonuçtur; ve de işin bu noktaya gelmesi sadece o “üst akılın” marifeti falan değildir!.. Eğer “parantezi kapatarak Osmanlı’yı küllerinden yeniden yaratmak”, “İslamın koruyucusu” rolüne soyunmak gibi ulvi hedeflerin peşinde koşmasaydık, Suriye’de gelişen muhalefet  Esed’in provokasyonları sonucu silahlı direniş aşmasına geçerken onlara, “bakın, sizi destekliyoruz ama, sakın ha demokratik mücadele kulvarını terketmeyin” diyebilseydik ne DAEŞ çıkabilirdi ortaya, ne de  bugünkü gibi bir PKK-PYD tehlikesi olurdu! Böyle bir durumda ABD ve Rusya’nın rolü de sınırlı kalırdı… Baksanıza, bugün nerede ise bölge 20. Yüzyıla damgasını vuran bu güçlerin yarış alanı haline geldi. PKK-PYD ise, bir zamanlar Rusların ve İngilizler’in peşine takılarak  kitleleri felakete sürükleyen Ermeni örgütleri gibi bunların peşine takılarak oyuna dahil oluyorlar… Allah hepimize, bu arada bütün bu gelişmelerden hiçbir ders çıkarmadan, bu noktaya nasıl geldik diye düşünmeden kör bir milliyetçiliğin peşine takılıp, bu sefer de sanki Suriye çıkmazından kurtulmak için manevra yapar gibi bir Venezuella çıkmazına saplanmak üzere olanlara akıl fikir versin!.. Unutmayalım, Suriye’de önceleri Amerika’ya ve „Koalisyon“ güçlerine  güvenerek işin içine dalmak nasıl bir hata idi ise, bugün, tam tersine, sanki intikam alırcasına Venezuella’nın Esed’ine destek çıkmak da hatadır…  Türkiye’nin bugün hem Suriye’de hem de Venezuella’da savunması gereken tek bir politika vardır: Birleşmiş Milletler gözetiminde yeni bir seçime destek olmak…    Bu içerik Gazete Damga'dan alınmıştır ----->  Gazete Damga

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *