Aslında bu başlığa bir cümle daha ilave etmek lazım; başlık çok uzun olmasın diye onu da buraya yazıyorum: Eğer dikkat etmezsek bizi Suriye çıkmazına götüren yol -ideolojik sapma- şimdi önümüze bir de Venezuella çıkarıyor!
-
Ben diyorum ki 'fabrika ayarlarına' geri dönemediği sürece AK Parti’nin Türkiye’nin problemlerini çözmesi mümkün değildir. Devleti fethe çıkanların Devlet tarafından fethedildiği bir ortamda daha ileri hedeflere ulaşmak artık mümkün değildir!
Sorun nerede mi?
Mısır’da darbeyi eleştirirken, Suriye’de muhalefeti desteklerken, İsrail’e One Minute çekerken sayın Erdoğan haksız mı idi, 'Dünya beşten büyüktür' derken haksız mı idi? Ve de, Türkiye’nin dış politikası, içerde izlenen barış süreci politikası yanlış mı idi? Nerede hata yapıldı da yolumuza bir Suriye çıktı? (Ve de sanki bu yetmezmiş gibi şimdi bir de Venezuella’yla uğraşır hale geldik?)
Bence, tek tek ele alındığı zaman bütün bu olayların hepsinde de haklı idi AK Parti-Erdoğan ve Türkiye... Mısır’da seçimle işbaşına gelmiş bir hükümete karşı darbe yapılmıştı ve Türkiye de buna karşı çıktı... Ne yani karşı çıkmasa mı idi?
Suriye’de Arap Baharından etkilenerek ayağa kalkan muhalefeti desteklemenin neresi yanlıştı? 900 kilometre sınırının olduğu bir ülkede kendi halkının üzerine ateş açan bir diktatörü mü destekleyecekti Türkiye?
E, o zaman madem ki bütün bu olaylar karşısında Türkiye’nin duruşu doğru idi, hata nerede o zaman, ne oldu da Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma noktasına geldik ve Münbiç’de demir attık! Sıfır sorun, değerli yalnızlık falan derken nasıl oldu da kendimizi eli kulağında bir savaşın içinde buluverdik?
AK Parti başlangıçta bir tür tarihsel uzlaşma koalisyonu idi... Bugün, aradan on beş yıl geçtikten sonra, fabrika ayarlarına dönmek olarak ifade etmeye çalıştığımız o başlangıç değerlerinin özü tam bu noktada -bu tarihsel uzlaşma anlayışında yatıyordu...
İç dinamikler açısından, arkasına halkın desteğini de alan AK Parti’nin temsil ettiği Anadolu burjuvazisi, eskinin Devletçi büyük burjuvalarının da -en azından sessiz kalarak- desteklediği burjuva anlamda “tarihsel bir uzlaşmayı”, devrimci bir koalisyonu temsil ediyordu... AK Parti’nin başı çektiği -küresel süreçlerle bütünleşmeye yönelik- “Yeni Türkiye” yürüyüşü, eskinin içe kapalı Devletçi, tekelci düzeninde bunalan Anadolu burjuvaları için bir tür hayatta kalma öpücüğü rolünü oynarken, Özal’la birlikte dışarıya açılarak küreselleşen dünyada kendi varoluş koşullarını daha iyi gerçekleştirebileceklerini gören Devletçi büyük burjuvalara da yeni perspektifler açıyordu. İşte, o dönemde burjuvazinin birliğini sağlayan bu dinamikleri arkasına alan AK Parti iktidarı, içerdeki Osmanlı artığı Devletçi-tekelci düzenden bunalan başta işçi sınıfı olmak üzere bütün çalışanlar için de umut kaynağı olarak onları da peşine takınca Yeni Türkiye yolunda büyük bir tarihsel uzlaşmayı hayata geçirme yoluna girildi...
Dış dinamik olarak küresel demokratik devrim rüzgarını da arkasına alarak yola çıkan bu koalisyon kısa zamanda Türkiye’ye neredeyse çağ atlattı!
Düşünebiliyor musunuz, Cumhuriyet’in kuruluşundan AK Parti’nin iktidara gelmesine kadar geçen sürede Türkiye’ye giren küresel sermaye miktarı 20 milyar dolar kadarken, bu rakam artık AK Parti iktidarıyla birlikte her yıl ülkeye giren küresel sermaye miktarının bile altında kalıyordu... Ve, Türkiye, AK Parti iktidarı altında o ilk on yılda neredeyse üçe katlandı...
Ama sonra bu koalisyon, bu “Tarihsel uzlaşma” platformu bozuldu. Çünkü zamanla, AK Parti’nin içinde Anadolu burjuvazisinin bir kanadını temsil eden Devletçi-ittihatçı jakoben geleneğe sahip çıkan bir uç ortaya çıkmaya başladı. Bunlar, “madem ki bu işin önderliğini biz yapıyoruz, eski satatükoyu deviren biz olduk diyerek bindikleri “tarihsel uzlaşma” dalını kesmeye başladılar…
Türkiye’nin dış politikasındaki değişim…
O ilk dönemde Türkiye’nin dış politikası tek bir cümleyle şöyle özetleniyordu: Türkiye bütün Ortadoğu ülkeleri için örnek-model ülke haline gelmiştir…
Ama bu, Türkiye’nin dayatması sonucunda ortaya çıkan siyasi bir sonuç falan değildi! Batı’lı ülkelerin de içinde olduğu birçok ülkenin objektif kriterlere bakarak vardığı bir sonuçtu. Bunda şüphesiz, Türkiye’nin insanların vicdanına, adalet duygusuna hitab etmesinden kaynaklanan, „yumuşak güç“ denilen yeni tipten bir gücü temsil etmesinin büyük payı vardı. Öyle ki, ele geçirdiği bu 'yumuşak güç' sayesinde Türkiye bu dönemde hiç kimsenin iç işlerine karışmadan adeta 21. Yüzyıl siyasetinin sesi haline gelmişti. Düşünsenize, o dönemde bir yandan AB ile verimli görüşmeler hız kazanırken, diğer yandan bir Obama bile daha seçilir seçilmez ilk dış gezisini Türkiye’ye yaparak, Parlamento’da Türkiye’yi bütün Ortadoğu için 'model ülke' ilan eden tarihi bir konuşma yapıyordu. İşte o 'One Minute'ler, o 'Dünya beşten büyüktür'ler, o Mısır’da darbeye darbe diyebilmeler, Libya’da dışardan müdahaleye karşıyız diyerek Libya’ya karşı oluşturulan koalisyona karşı direnmeler, keza Suriye’de, 15 milyar doları bulan ticari ilişkilerine rağmen Esed’e kendi halkına kurşun sıkma, reform yap diyerek karşı durabilmeler hep bu dönemin ürünü oldu. Öyle ki, bu dönemde Erdoğan adı bile Ortadoğu’da adeta bir bayrak haline gelmişti. Onun Mısır’da Tahrir meydanında toplanan kalabalığa canlı hitabını düşünün, müthiş bir şeydi bu!
Peki, Türkiye Ortadoğu ülkeleri için neden 'model ülke' olmuştu?
Daha önceki bir yazıda bunu şöyle açıklamıştım: Biliyorsunuz, Arap Baharına sahne olan bütün o Arap ülkeleri hep Osmanlı'ya dahildiler... Bu nedenle, bunların tarihsel gelişme süreçleri arasında büyük benzerlikler vardır. Batılılaşma ve kültür ihtilali süreçleri hep aynı diyalektiğe tabi olmuştur... Hepsinde de, eski Devletçi yapıya bağlı olarak yukardan aşağıya doğru gelişen ve bu Devletçi yapıya eklemlenen Devletçi bir kapitalizm vardır... Ve de tabi, bu ülkelerin hepsinde, bütün bu süreçlerin diyalektik anlamda inkarı olarak -İslami bir şemsiye altında da olsa- aşağıdan yukarıya doğru gelişmeye çalışan burjuva anlamda demokratik devrimci bir halk hareketi vardır... Bunlar hep ortak olan yanlar...
Aslında benzerlik bu kadarla da kalmıyordu, buralarda, “yeni” ile “eski” arasındaki sınıf mücadelelerine ek olarak bir de bununla içiçe geçen kültürel mücadeleler vardı... Bir yanda, statükoyu temsil eden Devlet sınıfı ve ona eklemlenen Devletçi burjuvaziyle birlikte, Oryantalizmin “Batılılaşma” potasında yeniden şekillenmiş antika Devletçi bir kültür, diğer yanda ise, buna karşı aşağıdan yukarıya doğru reaksiyoner -dinsel, geleneksel-bir çerçeve içinde oluşan, ama paradoksal bir şekilde yeniyi de kendi içinde barındırarak gelişen burjuva anlamda demokratik bir halk devriminin kültürel kodları... Mücadele bu iki cephe arasında başlar ve devam eder hep… Türkiye’de de, Tunus’da da, Mısır’da da, Suriye’de de olan budur aslında...
Sonra, Türkiye’de AK Parti devrimiyle, Arap ülkelerinde de Arap Baharı’yla birlikte o eski statüko devrilince bir yol ayrımına gelindi ve iki yol çıktı ortaya...
Birinci yol için tipik örnek Mısır’da Mursi'nin liderliğini yaptığı hareketin izlediği yol oldu...
Burada, başlangıçta varolan ve statükonun devrilmesinde baş rolü oynayan o “tarihsel uzlaşma” zemini kısa bir süre içinde, daha ayaklarını yere basmadan ortadan kaldırıldı. Devrimin jakobenlerini temsil eden İslamcı kanat unsurları, her ne kadar bir seçimle zaferlerini taçlandırmış olsalar da devrimi mümkün kılan o “tarihsel uzlaşma” sürecinin henüz daha kalıcı bir şekilde demokratik parlamenter bir platforma oturmadığını, yaşanılanın özünde halâ bir geçiş dönemi süreci olduğunu dikkate almadan -bütün demokrasi güçlerinin oy birliğiyle oluşan demokratik anayasal bir platform ortaya çıkmadan- her şeyi tek başlarına belirlemeye çalışarak yola devam etmek istediler... Sonuç ortada! (Buradaki "demokrasi güçleri" kavramı, farklı görüşlere sahip oldukları halde başlangıçta Devlet sınıfına ve darbeciliğe karşı olan herkesi kapsıyordu...)