Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler 75. Genel Kurulu'na hitap ediyor.
Erdoğan'ın konuşmasından satır başları şöyle:
75. BM Genel Kurul genel görüşmeleri kapsamında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, BM ülkelerine seslendi. Mutat olarak ilk sıradaki Brezilya ve ev sahibi ülke ABD’nin ardından Genel Kurul Başkanlığını yürüten ülkenin heyet başkanı olarak üçüncü sırada konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Genel Kurul Başkanlığını devralan Büyükelçi Volkan Bozkır’ı tebrik etti. Erdoğan, “Büyükelçi Bozkır’ın ülkelerin ezici çoğunluğunun desteğiyle bu göreve seçilmesi, tecrübeli bir diplomat ve siyasetçi olarak şahsi meziyetlerinin yanı sıra, Türkiye’ye duyulan güvenin de işaretidir. Birleşmiş Milletler sistemindeki en üst düzeyli görevi üstlenen ilk Türk vatandaşı olarak Büyükelçi Bozkır’ın, uluslararası toplumun sesi ve vicdanı olacağına inanıyorum. Kendisinin görevini adil ve şeffaf bir şekilde yürüteceğinden şüphe duymuyorum. Birleşmiş Milletlerin kuruluşunun 75’inci yıldönümü gibi anlamlı bir tarihte üstlendiği görevinde, Sayın Bozkır’a başarılar diliyorum” diye konuştu.
" ISRARLA DİLE GETİRDİĞİM ' DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR' TEZİNİN HAKLILIĞINI BİR KEZ DAHA GÖRMÜŞ OLDUK "
Genel Kurul’un “Kovid-19’la mücadele ve çok taraflılık” temasıyla düzenlenmesini isabetli bulduğunun altını çizen Erdoğan, “Türkiye olarak bu konudaki taahhütlerimize bağlıyız ve Kovid-19’la mücadeleye destek vermekte kararlıyız. Salgın, dünyayı çeşitli sınamalarla baş etmekte zorlandığı bir dönemde yakaladı. Zaten tartışılan küreselleşme, kurallara dayalı uluslararası sistem ve çok taraflılık, salgının etkisiyle şimdi daha da çok sorgulanıyor. Karşımızdaki fotoğrafa bakarak, bardağın dolu ve boş taraflarını doğru ve samimi bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Bardağın boş kısmında, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere çok taraflı örgütlerin reform ihtiyacı bulunuyor. Mevcut küresel mekanizmaların bu krizde ne kadar etkisiz kaldığını gördük. Öyle ki, Birleşmiş Milletlerin en temel karar alma organı olan Güvenlik Konseyi’nin salgını gündemine alması haftalar, hatta aylar sürdü.
Salgının başlarında, ülkelerin kendi hallerine terk edildiği bir manzara ortaya çıktı. Böylece, yıllardan beri bu kürsüden ısrarla dile getirdiğim ‘Dünya Beşten Büyüktür’ tezinin haklılığını bir kez daha görmüş olduk. İnsanlığın kaderi sınırlı sayıdaki ülkenin keyfine bırakılamaz. Uluslararası örgütlerdeki itibar kaybının önüne geçmek için öncelikle zihniyetimizi, kurumlarımızı ve kurallarımızı gözden geçirmeliyiz. Etkin çok taraflılık, etkin çok taraflı kurumların varlığını gerektirir. Güvenlik Konseyi’nin yeniden yapılandırılmasından başlayarak, kapsamlı ve anlamlı reformları süratle uygulamaya sokmalıyız. Konseyi daha etkin, demokratik, şeffaf, hesap verebilir bir yapıya ve işleyişe kavuşturmalıyız. Aynı şekilde, uluslararası toplumun ortak vicdanını yansıtan Genel Kurul’u da güçlendirmeliyiz. Bardağın dolu tarafında ise, Birleşmiş Milletlerin insanlığın barış, adalet ve refah arayışında bir dönüm noktası olma potansiyelini sürdürmesi bulunuyor. Henüz salgın krizinin üstesinden gelemediğimizi de göz önünde bulundurarak, çok taraflı işbirliği için elimizdeki kurumları ve mekanizmaları en etkin şekilde kullanmaya çalışmalıyız” diye konuştu.
"KULLANIMA HAZIR HALE GETİRİLECEK AŞILAR, İNSANLIĞIN ORTAK İSTİFADESİNE SUNULMALIDIR"
Sorunların küresel olduğu durumlarda, yerel çözümlerin ancak günü kurtarabileceğini söyleyen Erdoğan, “Uzun vadeli çözümler için uluslararası dayanışma şarttır. Türkiye olarak, salgın krizinin ilk günlerinden itibaren, tüm uluslararası platformlarda işbirliği çağrısında bulunduk. G-20’de, Türk Konseyi’nde, MİKTA’da, İslam İşbirliği Teşkilatı’nda ve diğer platformlarda salgınla mücadele amaçlı çalışmaların en önünde yer aldık. ‘Dost kara günde belli olur’ anlayışıyla, tıbbi malzeme yardımı talep eden 146 ülkeye ve 7 uluslararası kuruluşa elimizi uzattık. Yürüttüğümüz tahliye operasyonlarıyla, 141 ülkedeki 100 binden fazla vatandaşımızın evlerine dönüşünü sağladık. Aynı seferlerle 67 ülkeden 5 bin 500’den fazla yabancıyı da vatanlarına kavuşturduk. Tüm bunları ‘Korona virüs diplomasisi’ niyetiyle yapmadık. Yardım ve tahliye çalışmalarımız için kimseden herhangi bir karşılık beklemedik, beklemiyoruz. Mağdurların ve mazlumların yanında olmak, milletimizin mayasında ve girişimci ve insani dış politikamızın özünde vardır. Buradan bir kez daha, tıbbi malzeme ve ilaç tedariki ile aşı geliştirme çalışmalarının rekabet konusu yapılmaması çağrısında bulunuyorum. Hangi ülkede üretilirse üretilsin, kullanıma hazır hale getirilecek aşılar, insanlığın ortak istifadesine sunulmalıdır. Salgınla birlikte, devlet kapasitesi, etkin yönetişim ve dayanıklılık gibi unsurların ne kadar hayati role sahip olduğunu hep birlikte bir kez daha tecrübe ettik. Türkiye’nin başarı hikâyesinin arkasında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte tesis ettiğimiz etkin yönetişim mekanizmaları, sağlık alanındaki altyapı yatırımlarımızın geliştirdiği yüksek kapasite ve yetişmiş insan kaynağı vardır” şeklinde konuştu.
"SURİYE'YE GÜVENLİ VE GÖNÜLLÜ GERİ DÖNÜŞLERİN TEMİN EDİLMESİ ŞARTTIR"
Salgının dünya genelindeki çatışma dinamiklerini olumsuz etkilediğini ve kırılganlıkları artırdığını söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin, bizim de desteklediğimiz, küresel insani ateşkes çağrısının somut sonuçlar doğurmamış olmasından üzüntü duyuyoruz. Türkiye olarak, ülkemize ve insanlığa yönelen tehditleri, gerektiğinde her türlü inisiyatifi alarak, bertaraf etmenin yollarını arıyoruz. Suriye’de onuncu yılına giren ihtilaf, bölgemizin güvenlik ve istikrarı için tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bölgede DEAŞ’a karşı ilk ve en ciddi darbeyi vuran ülke olarak, PKK-YPG terör örgütüyle de mücadeleyi sürdürüyoruz. Uluslararası toplum olarak, tüm terör örgütlerine karşı aynı ilkeli tutumu takınmadan ve kararlı duruşu göstermeden, Suriye meselesine kalıcı çözüm bulamayız. Bu yaklaşım, Suriye’ye güvenli ve gönüllü geri dönüşlerin temin edilmesi için de şarttır.
Suriye’de terör örgütlerinden kurtardığımız bölgelere 411 binin üzerinde Suriyeli kardeşimizin dönmesi bunun en açık göstergesidir. Aynı şekilde, güvenli hale getirdiğimiz bölgeler sayesinde, İdlib başta olmak üzere, ülkenin çeşitli yerlerinden milyonlarca Suriyelinin de vatanlarından ayrılmalarının önüne geçtik. Türkiye yıllardır, 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacıyı, tüm ihtiyaçlarını karşılayarak kendi topraklarında barındırıyor. Bir o kadar Suriyelinin ihtiyaçlarını da, sınırımıza yakın yerler başta olmak üzere, kontrol altında tuttuğumuz bölgelerde, yerinde karşılıyoruz. Son olarak bu kardeşlerimiz için İdlib’te ve diğer yerlerde onbinlerce briket konut inşa ediyoruz. Bütün bu faaliyetleri, uluslararası toplumdan ve uluslararası kuruluşlardan kayda değer bir destek almadan, kendi imkanlarımızla ve halkımızın desteğiyle yürütüyoruz. Suriye’deki ihtilafın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı Kararı’ndaki yol haritası temelinde çözülmesi, hepimizin önceliği olmalıdır. Bunun için Birleşmiş Milletlerin himayesinde başlatılan, Suriyeliler tarafından da sahiplenilen ve yönlendirilen siyasi sürecin başarıyla sonuçlandırılması gerekiyor. Suriye’nin, toprak bütünlüğü ve siyasi birliği korunmuş olarak kalıcı bir barışa ulaşabilmesi, ancak bu şekilde mümkündür. Bu hedef gerçekleşene kadar, Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğü ile milli güvenliğimize kasteden terör örgütlerini engellemekte kararlıyız. Bugün dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye gibi ülkeler, yaptıkları fedakârlıkla tüm insanlığın onurunu kurtarıyor. Buna karşılık, aralarında bazı Avrupa ülkelerinin de yer aldığı kimi devletler, maalesef, sığınmacıların ve göçmenlerin haklarını ihlal ediyor. Cenevre Sözleşmesi’ni ve uluslararası insan hakları sistemini aşındıran bu ihlaller karşısında Birleşmiş Milletlerin güçlü bir tavır almasının vakti gelmiştir. Libya’da, darbecilerin geçen yıl meşru Milli Mutabakat Hükümeti’ni devirmek için başlattığı saldırılar, bu ülkeye sadece acı ve yıkım getirmiştir. Uluslararası toplum, yapılan katliamların, insan hakları ihlallerinin ve özellikle Tarhuna şehrinde bulunan toplu mezarların hesabını ne darbecilerden, ne de destekçilerinden sorabilmiştir.
Libya’nın meşru hükümetinin yardım çağrısına somut cevap veren ve destek sağlayan tek ülke Türkiye olmuştur. Libya’da kalıcı siyasi çözümün, Libyalılar tarafından yürütülecek kapsayıcı ve kapsamlı diyalog yoluyla tesis edilebileceğine inanıyoruz. Yemen’de beş yılı aşkın süredir akan kanın durdurulması ve insani krizin önüne geçilmesi de, uluslararası toplumun sorumluluğundadır. Bölgede nüfuz kazanma niyetiyle, Yemen’in egemenliğine, siyasi birliğine ve toprak bütünlüğüne göz dikenleri ve Yemenlilerin ıstırabının sürmesine göz yumanları tarih affetmeyecektir. Irak’ın dış güçlerin çatışma sahasına dönüşmemesi, bölgemiz için istikrar ve refah üreten bir konuma gelmesi samimi arzumuzdur. Komşumuz Irak’a her alanda destek olurken, özellikle terörle mücadelede daha yakın işbirliği yapmak istiyoruz. Tıpkı DEAŞ gibi, Irak’ta yuvalanan PKK terör örgütünün kökünü kazıma konusunda, uluslararası toplumdan ve bu ülkeden samimi işbirliği bekliyoruz. Bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesi, insanlığın en kadim coğrafyasına evsahipliği yapan Irak’ın geleceğinin aydınlanmasına katkı sağlayacaktır. İran’ın nükleer programıyla ilgili hususların uluslararası hukuk dikkate alınarak, diplomasi ve diyalog yoluyla çözülmesinden yanayız. Tüm tarafların, bölgesel ve küresel güvenliğe ciddi katkılar sağlayan Kapsamlı Ortak Eylem Planındaki yükümlülüklerine riayet etmeleri çağrımızı tekrarlıyorum. İnsanlığın kanayan yarası olan Filistin’deki işgal ve zulüm düzeni, vicdanları acıtmaya devam ediyor. Üç büyük dinin kutsallarına ev sahipliği yapan Kudüs’ün mahremiyetine uzanan kirli el, cüretini giderek artırıyor. Filistin halkı, İsrail’in tüm baskı, şiddet ve yıldırma politikalarına yarım asırdan uzun bir süredir göğüs geriyor. ‘Asrın Anlaşması’ adı altında Filistin tarafına dayatılmaya çalışılan teslimiyet belgesi reddedilince, İsrail bu kez işbirlikçilerinin yardımıyla ‘kaleyi içeriden fethetme’ girişimlerine hız vermiştir. Türkiye olarak, Filistin halkının rıza göstermediği hiçbir plana destek vermeyeceğiz. Kimi bölge ülkelerinin bu oyuna ortak olması, İsrail’in temel uluslararası parametreleri aşındırma çabalarına hizmet etmenin ötesinde anlam taşımıyor.
Birleşmiş Milletler kararları ve uluslararası hukukun hilafına Kudüs’te büyükelçilik açma niyetini beyan eden ülkeler, bu tavırlarıyla sadece ihtilafın daha da çetrefil hale gelmesine hizmet ediyor. Filistin meselesi ancak, 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız, egemen ve coğrafi devamlılık içinde bir Filistin Devleti’nin kurulmasıyla çözülebilir. Bunun dışındaki çözüm arayışları beyhudedir, tek taraflıdır, adaletsizdir. Temmuz ayında Azerbaycan topraklarına saldıran Ermenistan, Güney Kafkasya’da kalıcı barış ve istikrarın önündeki en büyük engel olduğunu bir kez daha ispatlamıştır. Yukarı Karabağ sorunu başta olmak üzere bölgedeki ihtilafların Azerbaycan ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğü ve egemenliği ile Birleşmiş Milletler ve AGİT kararları doğrultusunda bir an evvel çözülmesinden yanayız. Güney Asya’nın istikrar ve barışı için de kilit önem taşıyan Keşmir sorunu halen çözüm bekliyor. Cammu-Keşmir’in özel statüsünün ilgasının ardından atılan adımlar sorunu daha da karmaşıklaştırdı. Bu meselenin, diyalog yoluyla, Birleşmiş Milletler kararları çerçevesinde ve özellikle Keşmir halkının beklentileri doğrultusunda çözülmesinden yanayız” ifadelerini kullandı.
"BÖLGESEL BİR KONFERANS DÜZENLENMESİNİ TEKLİF EDİYORUZ"
Doğu Akdeniz’de bir süredir yaşanan gerilimin gerisinde, “kazanan hepsini alır” anlayışıyla hareket eden ülkeler bulunduğunun altını çizen Erdoğan, “Ülkemizi dışlama amaçlı nafile adımların başarı şansı kesinlikle yoktur. Bizim ne Doğu Akdeniz’de, ne de başka bir bölgede, kimsenin hakkında, hukukunda, meşru çıkarlarında gözümüz bulunmuyor. Ancak, ülkemizin ve Kıbrıs Türklerinin haklarının çiğnenmesine, çıkarlarının yok sayılmasına da göz yumamayız. Bölgede bugün yaşanan sıkıntıların sebebi, Yunanistan ile Kıbrıs Rum kesiminin 2003’ten beri maksimalist taleplerle attıkları tek yanlı adımlardır. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki her türlü olumsuz gelişmenin yükünü tek başına omuzlamak durumunda bırakılan bir ülkedir. Buna karşılık, bölgedeki doğal kaynaklar sözkonusu olduğunda ülkemizin yok sayılması ne akıl ve vicdanla, ne de uluslararası hukukla izah edilebilir.
Anlaşmazlıkların samimi bir diyalogla, uluslararası hukuk temelinde, hakkaniyete uygun biçimde çözümü öncelikli tercihimizdir. Ancak, aksi yöndeki hiçbir dayatmaya, tacize, saldırıya asla müsamaha göstermeyeceğimizi de açıkça ifade etmek istiyorum. Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkeler arasında diyalog ve işbirliğini tesis etmeye yönelik çağrımızı burada tekrarlamak istiyorum. Bu amaçla, tüm bölge ülkelerinin hak ve çıkarlarının göz önünde bulundurulduğu, içinde Kıbrıs Türklerinin de yer aldığı bölgesel bir konferans düzenlenmesini teklif ediyoruz. Bölgedeki krizin sebeplerinden biri de, 1968 yılından bu yana aralıklarla devam eden müzakerelerde Kıbrıs meselesine adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunamamasıdır. Çözümün önündeki yegâne engel, Rum tarafının uzlaşmaz, hak tanımaz, şımarık yaklaşımıdır. Uluslararası anlaşmaları hiçe sayan Rum tarafı, Kıbrıs Türklerini kendi yurtlarında azınlık yapmayı, hatta tümüyle adadan tasfiye etmeyi amaçlıyor. Garantör ülke sıfatıyla, Kıbrıs Türk halkını haklı davasında hiçbir zaman yalnız bırakmadık, bundan sonra da bırakmayacağız. Kıbrıs meselesinde çözüm, ancak Kıbrıs Türk halkının Ada’nın ortak sahibi olduğu gerçeğinin kabul edilmesiyle mümkündür. Kıbrıs Türk halkının güvenliğini ile Ada’daki tarihsel ve siyasi haklarını kalıcı biçimde teminat altına alacak her çözümü destekleyeceğiz” dedi.
"ULUSLARARASI TOPLUMUN KİTLE İMHA SİLAHLARININ TAMAMINI ORTADAN KALDIRMASI GEREKİYOR"
Bu sene, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atılmasının 75’inci yıldönümü olduğunu hatırlatan Erdoğan, “Silahsızlanma, küresel barış ve güvenliğin sağlanması bakımından hayati öneme sahip. Buna karşılık silahların kontrolü mimarisi, son yıllarda önemli hasarlar aldı. Uluslararası toplumun bu konuda eşitlik ve adalet temelinde ilerleyerek, kitle imha silahlarının tamamını ortadan kaldırması gerekiyor. Hep birlikte hareket etme mecburiyetimizin bulunduğu bir diğer önemli konu iklim değişikliğidir. İnsanoğlunun tabiatın dengelerine müdahale etmesinin nasıl ağır bedellere yol açabileceğini görüyoruz. Bu kötü gidişatı durdurmak ve tersine çevirmek mecburiyetindeyiz. Türkiye olarak, gelinen noktadaki tarihi mesuliyetimiz yok denecek kadar az olmasına rağmen, bu mücadeleye samimiyetle destek veriyor ve yükümlülüklerimizi yerine getiriyoruz. Yakın geçmişte, Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı’na evsahipliği yaptık. Afrika başta olmak üzere pek çok bölge ve ülkeyle verimli bir işbirliği yürüttük. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin 2022’de yapılacak 16’ncı Taraflar Konferansının da ev sahipliğini üstlendik. Şimdi de, insanlığı tehdit eden ancak nedense görünmez sayılan bir soruna dikkatinizi çekmek istiyorum. Irkçılık, yabancı karşıtlığı, İslam düşmanlığı ve nefret söylemi vahim boyutlara ulaştı. Salgın sürecinde, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık iyice artarken, göçmenler ve sığınmacılar başta olmak üzere, savunmasız kişilere yönelik şiddet eylemleri hız kazandı. Önyargılardan ve cehaletten beslenen bu tehlikeli eğilimlere en çok da Müslümanlar maruz kalıyor. Bu tehlikeli gidişin en önemli sorumluları, oy uğruna popülist söylemlere yönelen siyasetçiler ile ifade özgürlüğünü suiistimal ederek nefret söylemini meşrulaştıran marjinal kesimlerdir. Tüm uluslararası kuruluşları acilen bu zihniyete karşı mücadelede daha somut adımlar atmaya davet ediyorum. Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik terör saldırısının yıldönümü olan 15 Mart tarihinin, Birleşmiş Milletler tarafından “İslam Düşmanlığına Karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak ilan edilmesi çağrımı tekrarlıyorum. Birleşmiş Milletlerden sonra en büyük ikinci uluslararası kuruluş olan İslam İşbirliği Teşkilatı, bu günü resmen kabul etmiştir” diye konuştu.
"DİJİTALLEŞMENİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜNDEN YARARLANMALIYIZ"
Salgın ve onunla bağlantılı olarak tırmanan ekonomik krizin sürdürülebilir kalkınma ve 2030 hedefleri bakımından da olumsuz etkilere yol açtığının altını çizen Erdoğan, konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
“Gelişmekte olan ülkeler ile düşük gelir düzeyine sahip ülkeler, bu krizden daha fazla etkileniyorlar. Esasen, salgın döneminde yaşananlar bize, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin her türlü küresel krizle mücadelede önemli bir yol gösterici olabileceğini gösterdi. Krizden çıkışın ekonomik reçetelerini tasarlarken, dijitalleşmenin dönüştürücü gücünden de yararlanmalıyız. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Dijital İşbirliği Haritasını destekliyoruz. Küresel ve bölgesel meseleleri ele almak üzere tasarladığımız ilk ‘Antalya Diplomasi Forumu’nun temasını da, dijital çağda diplomasi olarak belirledik. Ayrıca, en az gelişmiş ülkeler için Birleşmiş Milletler Teknoloji Bankası’na da evsahipliği yapıyoruz. En doğudaki Avrupalı ve en batıdaki Asyalı olmak, her alanda Türkiye’nin özgül ağırlığını artırıyor. Tarihin sarkacının yeniden Asya’ya doğru kaydığı bu dönemde, ‘Yeniden Asya’ girişimimizle, ilişkilerimize yeni bir dinamizm kazandıracağız. Coğrafi yakınlığımızı perçinleyen beşeri ve tarihi bağlara sahip olduğumuz Afrika ile ilişkilerimizde de ciddi ivme yakaladık. Önümüzdeki yıl Türkiye’de düzenlemek istediğimiz Türkiye-Afrika Birliği Ortaklık Zirvesi’nin üçüncüsünde, Afrika’nın kapasitesini güçlendirmeyi amaçlayan projeleri hayata geçirmeyi planlıyoruz. Sözlerime son verirken, içinden geçtiğimiz bu hassas dönemde çok taraflılığa verdiğimiz güçlü desteğin süreceğini belirtmek istiyorum. Salgına karşı elbette mesafeyi korumalıyız, ancak, uluslararası toplumu tehdit eden tüm imtihanlara karşı ortaklaşa mücadele ve işbirliğinde safları sıkılaştırmak mecburiyetindeyiz. Tarih boyunca dünyanın en gözde şehirlerinden olan İstanbul’un, Birleşmiş Milletler merkezi haline gelmesi yönündeki gayretlerimizi sürdüreceğiz.”