Üsküdar Üniversitesi tarafından bu yıl ikinci kez düzenlenen Uluslararası Yalnızlık Sempozyumu, “Pandemi” başlığı altında gerçekleştirildi. Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, "Yalnızlığın Politik Psikolojisi" başlıklı sunumunda yalnızlık temasının üniversite ve sosyoloji bölümü için üzerinde çok yoğun araştırmaların yapıldığı çok özel bir konuya dönüştüğünü belirterek, "Her sene düzenli sempozyumlar tasarladığımız her yıl da aslında ilginç bir şekilde kendimizi başka bir yalnızlığın içinde bulduğumuz bir dönemden bahsediyoruz. Çünkü bundan bir yıl önce yaptığımız yalnızlık sempozyumunda bambaşka konular konuşurken, o dönemin yalnızlığı bambaşkayken bu dönemin yalnızlığına da çok farklı parametrelerle algılamamız ve analiz etmemiz gerektiğini görüyoruz. Lev Tolstoy, “Anna Karenina” adlı romanında der ya ‘Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama bütün mutsuzluklar kendisine özgüdür’ diye. Aslında bütün kalabalıklar birbirine benzer ama bütün yalnızlıkların da kendine özgü bir durumu vardır. Zamanın ruhundan, içinde yer aldığımız ortamdan beslenir bu yalnızlıklar. Şu anda yüzyılda bir karşı karşıya olduğumuz enteresan bir iklimin içerisindeyiz. Yani 1918’deki İspanyol gribinden yaklaşık bir yüz yıl sonrası ilk defa bir pandemi ortamında yalnızlığı analiz ediyoruz. İlk defa teknolojik ortamın dijital ortamın bu denli hayatımızın içerisine girdiği bir dönemde yalnızlıktan bahsediyoruz. Ve belki de liberalizm sonrası ilk defa bu kadar totaliter yapıların hayatımızı ele geçirmeye başladığı bir dönemde yalnızlıktan bahsediyoruz" dedi.
Yalnızlık politik bir kavramdır
Yalnızlık duygusunun sadece psikolojik ya da sadece sosyolojik olarak incelenecek bir mesele olmadığını belirten Prof. Dr. Arıboğan, “Olivia Laing’in bir ifadesi vardır. Yalnızlık politik bir kavramdır. Hem kişisel hem de politik olarak değerlendirmemiz gereken bir kavramdır. Bunu politikadan bağımsız olarak incelememiz de pek mümkün olmayacaktır” dedi. 21’inci yüzyılı karşılarken farklı bir dünya beklentisinin olduğunu belirten Arıboğan, “20. yüzyıl bittiğinde hepimizin tek bir derdi vardı yani 2001’in ilk gününe girdiğimizde sadece bilgisayarların çökebileceğinden korkuyorduk yani kıyamet senaryosu olarak tanımladığımız şey, bilgisayarların çökmesi her şeyin birbirine girmesi gibi şeylerdi. Öyle bir olay olmadı. Ama 2001 yılında 11 Eylül saldırısı ile birlikte aslında dünyanın şirazesinin kayma aşamalarına doğru ilk adımı atmış olduk. Yani liberal bir dünya, pembe bir dünya, küresel bir köy, herkesin birbirine karıştığı kaynaştığı, bütün insanların ortak normlar etrafında mutluluk ve barış içinde yaşayacağı bir dönemden bahsederken bir anda 11 Eylül saldırısı ile birlikte büyük bir terör ve güven krizinin içine girdik. Dünya üzerindeki ekonomik kaynaklar, askeri endüstriyel komplekse doğru akmaya başladı. Güvenlikleştirme konuları gündeme geldi ve liberalizm ilk dalgayı, ilk vurgunu orada yedi aslında. Daha sonra 2008 – 2009 krizine girdik. Yani ikinci küresel kriz aslında ekonomik bir krizdi. Ve bambaşka güvensizlik ortamları gündeme gelmişti. Devlet bir aktör olarak sisteme yeniden müdahale etti. Bir ekonomik aktör olarak bu sefer girmişti" diye konuştu.
Dünya kontrol altına girdi
Üçüncü krizin de pandemi krizi olduğunu belirten Arıboğan, “İlk defa bu kitlesel takip sistemleri dediğimiz şeyler, hepimizin Ağustos ayında Türkiye’de 25 milyon insanın HES kodu girilmiş durumdaydı. Hepimizin ne yaptığını ne ettiğini takip eden, Çin’den Brezilya’ya kadar herkesin iyi kötü bir şekilde dijital kontrol altına girdiği bambaşka bir dünyanın içerisine girdik. Yani aslında büyük bir kriz yaşıyoruz. Üçüncü küresel kriz bu, ama büyük bir kriz ve bu krizi tamamlayan şeylerden biri de totaliterizmi güçlendiren şeylerden biri de içine atıldığımız, içine sevk edildiğimiz yalnızlık durumu" ifadelerini kullandı.
Güvenlik kaygısı yaşıyoruz
İçerisinde bulunduğumuz yeni süreçle sevdiklerimizle aramıza mesafeler koyduğumuzu belirten Arıboğan, “Bireysel izolasyondan bahsediyoruz, bu sadece çarşıda pazarda gezememe hali değil ya da işimize doğru düzgün gidememe hali değil. Bu bizi bir kere her şeyden önce zoon politikon’dan çıkartan bir şey. Biz artık sevdiklerimizde, duygularımızla aramıza bir mesafe koymaya başlıyoruz. Büyükanneler, dedeler torunlarına sarılamıyor. Anneler çocuklarına sarılamıyor. Ofislerimizde arkadaşlarımızla birlikte olamıyoruz. Birlikte görüş alışverişinde bulunamıyoruz. Aslında içine girdiğimiz şey, psikolojik olarak üzerimize baskı olarak akan şey tamamıyla bir güvenlik kaygısı. ‘Ölebilirsiniz’ diyor. ‘Ölümle burun buruna yaşıyorsunuz’ diyor. Ölüm nereden geliyor, ölüm en güvendiğimiz yerden geliyor, evimizin içine girebiliyor. Ölüm eşimizden, arkadaşımızdan, torunumuzdan, çocuğumuzdan gelebiliyor. Bizi en güvenli yerimizde yani sığınağımızda vuran bir güvensizlik halinden söz ediyoruz” diye konuştu.
Üzerimizde baskı var
Bugünkü dünyada dijital totaliterizmin etkili olduğunu belirten Arıboğan, şunları söyledi: “Bütün hayatımızın içerisine doğru nüfuz etmiş olan, bütün o bilgi sistemlerimizi kontrol eden ve bizi aslında yalnızlığın içinde başka türlü bir sosyalleşme ile avutan sosyal medya kanalları, bu dijital ortamlar aslında üzerimizde çok müthiş bir totaliter baskı oluşturmuş durumda. Çünkü dokunarak öğrenemediğimiz, dış dünyaya dokunamadığımız bir ortamda sadece bize gelen birtakım bilgilerle dünyayı algılamaya ve ona göre politik tavırlar da almaya başlıyoruz. Biz aslında sadece bu ekrandan dünyayı seyrediyoruz. Ve seyir meselesi, insanı pasifleştiren bir şey. 1911 yılında bunu Hugo Münsterberg ilk defa bir sessiz film izledikten sonra söylemiş; “Seyreden bir toplum ekrana bağlı bir toplum sadece ekrandan algılayan ve ekran üzerinden izleyen bir toplum aslında yalnız bir toplumdur.” dedi.
Köyde yalnız kalınmaz!
Yalnızlaştırılmış küresel bir köyden bahsedilebileceğini belirten Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, “Köyün özelliği aslında imecenin geçerli olmasıdır. Köyde yalnız kalınmaz. Mevlidinde berabersindir, doğumunda berabersindir, okuluna beraber gidersin. Yani bu bir küresel köy olduğu zaman üretimle birlikte gerçekleşir. Bugünün üretim anlayışı bile insanın oturup evinden tek başına, başka hiç kimse olmadan birtakım yazılımlar üreterek tek başına üreterek, evinde başka kimse ile bir bağlantısı olmadan bir şeyler üretebileceği bir ortama dönüşüyor. Yemeğinizi kendi başınıza yiyorsunuz, düğünlerinizi kendi başınıza yapıyorsunuz, artık düğün dernek bile yapamıyorsunuz, karnavalı yok bu hayatın. Onun için böyle bir düzenin içerisine savrulmuş olan insan toplulukları açısından çok önemli bir toplumsal problem yaşandığını söyleyebiliriz” dedi.
HEPİMİZİN ÜZERİNDE OLUMSUZ ETKİLERİ VAR
Sosyolojik bağlamda insanın tekil yaşamasına imkân olmadığının altını çizen Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, “Kendimize yeni sosyal arayışlar mutlaka sağlamaya çalışacağız. Yani birtakım sosyal topluluklar Facebook, Twitter gibi bunların olağanüstü bir güce sahip olmasının da hepimiz üzerinde olumsuz etkileri de var. Facebook ve Twitter üzerinden totaliter bir yapıdan söz ediyoruz. Amerikan Başkanı’nı seçtirebilecek bir güce sahip olmasından söz ediyoruz. Bu ancak insanların yalnızlaştırılması ile evine kapanması ile mümkün olabilir. Yani sosyal medya dışında herhangi bir bilgi alma mecrasına sahip olmayan insanlardan söz ediyoruz. Ve insanların siyasal davranışlarına aldıkları enformasyonla tayin ettiklerinden söz ediyoruz. Trump çok kötü bir insan olabilir, çok iyi bir insan da olabilir ama onun Twitter tarafından seçtirildiği gerçeğini bize unutturamaz. Yani dünya üzerinde istediği siyasi liderin konuşmasını özgür bırakıp, istediği eleştiriyi özgür bırakıp, istemediği tarafı despot bir biçimde engelleyen bir tavır, totaliter bir diktatörlüğün tavrıdır. Dijital diktatörlüğün tavrıdır” dedi. "İnsan ancak yalnızsa bütün manipülasyonlara açılır" diyen Prof. Dr. Arıboğan, “Yalnızlığın en önemli politik sonuçlarından bir tanesi dezenformasyona açık olmaktır. Çünkü test edebileceğin herhangi bir mecra kalmamıştır. Hele ki sosyal medya mecrası çok renkli, çok demokratik, herkesin lafını istediği gibi söylediği çok özgür bir mecra gibi görünürken aslına bakarsanız bir hapishaneye döndüyse ve hepimiz de oradaki tutsaklığın farkındalığını yitirdiysek artık farkında bile değilsek, orayı özgür zannediyorsak, özgür bir ortamda kendimizi ifade ettiğimizi düşünüyorsak esas problem burada. İnsan tutsaklığının farkındalığını yitirdiğinde kendisi için bir kaçma planı da yapmaz. Bir kaçma planı yapma özgürlüğü ya da öyle bir duygusallığı olamaz. Onun için totaliter yapılar, yalnızlığı teşvik eder ve bunun manipülasyona açık bir konu olduğunu bilirler" açıklamasnı yaptı.
TÜRKİYE ALTYAPISINI KURMAYA ÇALIŞIYOR
Berlin duvarı yıkıldığında yaklaşık bir düzine kadar, 12-13 tane devletin sınır duvarı olduğunu, bugün 77 tane ülkenin sınırlarını duvarlarla çevirdiğini belirten Arıboğan, “Bunlardan biri de Türkiye. Bu duvar sadece göçmeni engelleyecek, teröristi engelleyecek somut, tuğladan falan oluşan bir duvar olarak algılamayın bunu. Dijital duvar da söz konusu. Türkiye de ulusal dijital kompleksini, altyapısını kurmaya çalışıyor. Mümkün olduğu kadar merkeze almaya çalışıyor. Amerika büyük bir teknoloji savaşı başlattı bir yandan. Ama bunun dışında, aslına bakarsanız Trump’ın simgelediği değerlerle Facebook’un, Twitter’in simgelediği değerler arasında fark var. Bunlar dünya çapında çarpışan iki kanadın unsurları. kürselleşmecilerle ulusallaşmacıların arasındaki savaşın da ana cephesi dijital ortam olacak. Bugün bir yandan dünya çapında bir dijital atak var, diğer yandan da ulusal çapta dijital bir sınırlandırma var. Burada her ikisi de gündeme gelebilir. Ya ulusal alanda totaliter merkezler oluşacak. Ulusal siyasi aktörlerin kontrolüne giriyoruz. Ya da küresel düzeyde dijital grupların altına gireceğiz. Onun için iki ayrı sürecin birbiriyle çatışması ama aynı aracı kullanması ve aynı cephede dövüşmesi olarak bunu algılamak daha doğru diye düşünüyorum" dedi.