'Sovyet Deneyimi ve Arayış' isimli kitabıyla ses getiren Hüseyin Şengül, Damga'ya konuştu. 20. yüzyılda insanlığın bir sosyalizm umudu olduğunu fakat 70 yıl sonra çöktüğünü belirten Şengül, "Açıkçası kendimi yetim kalmış gibi hissettim. Ancak sosyalist toplumlardaki bir yığın olumsuzlukları da öğrenince, daha uzun süre umutları boşa çıkartmaktansa iyi ki bir an önce çökmüş dedim" açıklamasını yaptı.
Geçtiğimiz günlerde ‘Sovyet Deneyimi ve Arayış’ isimli kitabı yayımlanan Hüseyin Şengül, Damga'ya konuştu. 19. yüzyılın ortalarında Marx ve Engels tarafından teorileştirilen 'Komünist toplum tasavvuru' ve Bolşevik Devrimi ile pratiğe dökülen komünizmi masaya yatıran Şengül, iki dünya savaşını içinde barındıran bu uzun süreci günahıyla sevabıyla irdelemeye çalışıyor. Devrimin Rusya'da olmasını 'erken doğuma' benzeten Şengül, Marx'ın gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesini beklediği devrimin bir hayal olarak kaldığını ve bu durumun Sovyet rejimini olumsuz etkilediğini belirtiyor. Aynı zamanda gazetemizin yazarı olan Hüseyin Şengül, yarın TÜYAP Kitap Fuarı'nda imza gününe katılacak. Saat 13:00'te Salon 3, 3412B standında olacak olan Şengül, okuyucuları ile buluşacak.
Sizi tanıyabilir miyiz?
78 kuşağındanım. Ölümlerin ve trajedilerin kara deliğinde yok edilmiş kuşak. Bir süre ticaretle uğraştım. Şimdi emekliyim. Yaklaşık 20 yıldan bu yana kimi zaman düzenli kimi zaman da ara sıra olmak üzere Damga Gazetesi'nin ve onun 3 kuşak ebeveyni olan gazetelerde yazdım. Ayrıca 5 yıldır bianet’e yazıyorum. Bu sürede 5 adet kitap yazdım: Bir köy monografisi olan “Sivas Akpınar’ın Yazısız Tarihi”, “Bir Gezi Bir Renk” adında gezi, “Narın ve Şarabın Harında” adında şiir, “Sisifos’un Kaderi” adında deneme ve son olarak da tarih/siyaset konulu “Sovyet Deneyimi ve Arayış” kitaplarım bulunmakta.
Yeni çıkan “Sovyet Deneyimi ve Arayış” kitabınız hakkında bilgi verir misiniz?
Marx ve Engels’in 1848 yılında birlikte yazdıkları “Komünist Manifesto” ile temelleri atılan komünist toplum tasavvuru, Lenin ve Bolşeviklerin öncülüğünde 1917 Ekim devrimi ile pratiğe geçti. Ancak 70 yıl sonra çöktü. 70 yıl boyunca kapitalizmin bir alternatifi olarak dünya siyasal mücadeleler sürecinin belirleyicisi oldu. Bu çok önemli tarihi ve politik süreç üzerine daha çok makaleler ve kitaplar yazılacaktır.
Çöküşün nedenini Stalin’le açıklamanın yeterli olmadığını söylüyorsunuz ama kitabınızda Stalin’e epeyi bir yer ayırmışsınız neden?
Stalin Ekim Devrimi’nin önder kadrosunda bulunan ve Lenin’in ölümünden sonra da partinin bir numarası olan eski bir Bolşevik’tir. Stalin, Lenin’in Ocak 1924 tarihindeki ölümünden sonra iktidarı ele geçirdi ve Mart 1953 yılındaki ölümüne kadar 30 yıl boyunca tam bir tek adam yetki ve otoritesiyle Sovyetleri yönetti. Sosyalizmin ilk inşa döneminde ve o korkunç İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin lideriydi. Stalin’siz bir Sovyetler düşünülemez. Bu nedenle Stalin dönemi tarımındaki kolektifleştirme, kalkınmacılık ve özellikle Parti’nin bile önder kadrolarının dahil edildiği o korkunç tasfiye hareketleri ve katliamları üzerinde durulmadan, Sovyetler ve sosyalizm üzerine konuşulamaz.
Kitabınızın adında ki “Arayış”, teorinin reddi anlamına mı geliyor?
Marksist-Leninist teoriyi tümden reddeden veya tümden kabul eden bir durumda değilim. Teorilere bir reçete gibi bakılamaz! Ancak ben bu teorinin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü işler Marx’ın ve Lenin’in dediği gibi gitmedi. Kapitalizm dönemsel bunalımlar yaşasa da kendini yeniledi. Yani kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin önünde sürekli bir fren durumunda değil, tersine kimi zaman onun önünü açabildi. Özellikle 1950’lerden bu yana Marx döneminin proletarya sınıfı kalmadı. Önemli boyutta bir orta sınıf var. Bütün bunlara rağmen Marx’ın kapitalizm tahlilinin ana hatları bugün de devam ediyor.
Bu anlamda Ekim Devrimi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle belirteyim ki, Ekim Devrimi dünya proletaryası ve ezilen halkları için bir umuttu, bir ışıktı. Egemenlere karşı bir ayağa kalkıştı! Marx komünist toplumun ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde kurulacağını ve devrimin bu ülkelerde olacağını açıkça yazdı. 1883 yılında Marx, 1895 yılında Engels öldü. 1900’lerin başında Lenin, emperyalizm teorisiyle birlikte devrimin emperyalizmin en zayıf halkasında olabileceğini işledi. Çünkü dedi, kapitalizm 1900’lü yıllarda emperyalizm aşamasına ulaştı ve Marx’ın ömrü bu büyük değişimi görmeye yetmedi. 1917 Ekim Devrimi Lenin’in görüşleri doğrultusunda bir köylü toplumu olan Çarlık Rusya’sında gerçekleşti. Ancak bu gerçekleşmede Rusya’nın devrimci iç dinamiklerinin dünya konjonktürüyle örtüşmesi de bir gerçektir. O devasa Rus edebiyatı bu devrimci iç dinamiğin özelliklerinden biridir. Devrimin Rusya’da olmasını bir erken doğuma benzetiyorum; annenin karnından çocuğu fırlatmasına veya bendini yıkan devasa bir su kütlesinin hidrolik gücü de diyebiliriz. Bolşevik Partisi Lenin’in diretmesiyle “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganı eşliğinde bir kalkışma yaratarak iktidarı ele geçirdi. Böyle olmakla birlikte yine de Bolşevikler bir bakıma devrimi ellerinde buldular. Bu durumda Bolşevikler iktidarı, Çarlığın, Kerenskilerin veya Menşeviklerin eline bırakarak devrimin boğulmasına izin veremezlerdi. Devrimden sonra Bolşevikler 1919 yıllarında savaştan yenilmiş olarak çıkan Almanya’da devrim bekliyorlardı. Bekledikleri gibi olmadı ve Alman komünistlerinin liderlerinden olan Rosa Lüksemburg, Karl Liebknecht Ocak 1919 yılında katledildiler, devrim bastırıldı. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da devrim olmayınca bu kez de Sovyetlerde “Tek Ülkede Sosyalizm” tartışmaları başladı. Ve Stalin tarafı Troçki’ye karşı tek ülkede sosyalizmi savundu ve baskın geldi. Öyle ya; Avrupa’da devrim olmadı diye Bolşevikler iktidardan vaz mı geçeceklerdi? Elbette geçmeyeceklerdi ama Rusya gibi bir yerde ‘erken doğum’ yapan sosyalizm de ancak 70 yıl yaşayacaktı!
Teori konusuna yeniden dönecek olursak, siz Marksist teoriyi bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitabımda "Bilginin sarmal merdiveni" diye bir bölüm var. Bu bölüm hem kitabın özüne hem de dünya görüşüme dair bir bölümdür. Ben uygarlığın ve bilginin varlığını bir sarmal merdivene benzetiyorum. Filozofların, bilim insanlarının, sanatçıların, kaşiflerin bütün söyleyip ettikleri aslında birbirinin reddiyeleri veya tamamlayıcılıkları üzerine inşa edilmiştir. Örneğin kuantum fiziğine Newton fiziği sayesinde ve o yanlışlanarak ulaşılmıştır. Yanlışlanma, bilimin temel özelliğidir. Öteki türü dogmadır. Felsefe tarihi filozofların birbirlerini reddiyeleri, eklemeleri veya bütünlemeleriyle doludur. Marx kapitalizmi analiz etmiş ve yeni bir dünyanın mümkün olduğunu hem sosyal bilimler açısından hem de diyalektik materyalist felsefi görüşüyle öne sürmüştür. Bu anlamda Marksizm tarihin bir kilometre taşıdır. Hala geçerliliğini koruyan görüşleri olduğu gibi eskiyen ve hatta yanlışlanan görüşleri de olabilir. Bu bakımdan ben Marksizm’i ne tümden reddediyor ne de tümden kabul ediyorum. Kabul veya ret üzerinden bir tartışmayı anlamsız buluyorum. Bütün mesele Marx günümüzün sorularına ne ölçüde cevap veriyor, bunu bulup çıkarmaktır.
Bütün bunlara rağmen siz hala solcu olduğunuzu söylüyorsunuz!
Evet solcuyum. Toplumların tarihi büyük ölçüde yönetilenler ile yönetilenlerin tarihidir. Nietzsche devlet için soğuk canavarların en soğuğudur der. Devlete hâkim olan kim veya kimlerse, onlara karşı da hep bir muhalefet vardır. Bu toplumsal yaşamın bir gerçekliğidir. 1791 yılında Fransız parlamentosunda meclis başkanına göre sağda oturanlar kralı desteklerken, solda oturanlar da krala karşı çıkmışlardır. Sağ ve sol kavramlarının çıkışındaki bu mekânsal konumlanma, birbirini dışlayan iki siyasetin adı olmuştur. Dolayısıyla ben iktidarın karşısında olmayı seçtim! Bu anlamda sol, egemene karşı olduğu için aynı zamanda bir vicdani duruşun da adıdır. Bunun için solcuyum. Elbette sağ da sol da değişen dünya koşulları gereği yeni siyasal ve ahlaki biçimler almakta, yeni paradigmalar inşa etmekte. Bu bakımdan ben günümüzün 20. yy’nin sağ ve sol kavramlarıyla açıklanamayacağını da eklemek istiyorum.
Sosyalizmin çöküş nedeni teoriden kaynaklanıyor
Bu kitabı yazma nedenleriniz nelerdir?
Sovyetlerin çöküşü üzerine Türkiye solunda genel olarak şu üç görüşler var: Sovyetlerin çöküşünü Stalin’e bağlayanlar; Çöküşü Stalin sonrası Kruşçev ‘revizyonist’ yönetimine bağlayanlar ve çöküşü emperyalistlere, dış güçlere ve bunlarla işbirliği yapan iç düşmanlara bağlayanlar.
Bütün bunların şu veya bu ölçüde birer etken olması muhtemel. Ancak bu iddiaların hiçbirisi çöküşün gerçek nedenleri olamaz. Bana göre sosyalizmin çöküşünün asıl nedeni, teoriden kaynaklanmaktadır. Elbette teorinin uygulanması sürecinde birtakım yanlışlıklar yapılmıştır ama esas olan bu pratikler değildir. Esas olan bu pratiklerin arka planını oluşturan ideolojik ve siyasal yapının (buna şimdilik teori diyelim) toplumsal hayata yön vermesidir. Ben de kitabımda “acaba” diyerek teorinin bazı kısımlarını görüşlerim doğrultusunda sorgulamaya çalıştım.
İhtiyacı kim belirleyecek?
Kitabınızda aradıklarınız nedir?
Kitap üzerine can alıcı soru bu olsa gerek. 300 sayfalık kitabın 70 sayfasında bu konuya aittir. Marksist-Leninist teorinin ana hatlarını oluşturan devlet, iktidar, şiddet, sınıf, bürokrasi, mülkiyet, eşitlik gibi görüşlerini “acaba” diyerek sorgulamaya çalıştım. Elbette bu temel konularda bir karşı görüş veya alternatif görüş oluşturmak anlamında değil. Çünkü bunu yapabilmek belli bir birikimi gerektirir. Bu nedenle hadsizlik yapamazdım. Zaten çöküşten sonra bu alanlarda yazılan akademik makale ve kitaplar var. Ben de kendimce görüşlerimi belli bir teorik ve edebi düzeyde ifade etmeye çalıştım. Örneğin Marx, komünist toplumun olmazsa olmaz özelliklerinden birisinin “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” der. Yani kişi yeteneğine göre çalışacak ama ihtiyacına göre de tüketecektir. İlk bakışta harika bir yaşam, harika bir toplum yapısı olarak gözüküyor. Buradaki asıl soru şudur: İhtiyacı kim belirleyecek? İhtiyacı toplumun o günkü ulaştığı teknolojik ve kültürel ortamına göre kişinin kendisi belirler. Yani ihtiyaç, öznel bir belirlenimdir. Bir başka deyişle kişinin maddi ve manevi gereksinimlerini belirleyen, onları talep eden bir irade, bir bilinç, kısaca bir özne vardır ki o da kişinin kendisidir. Peki bu durumda bütün kişiler veya çoğu daha iyi bir arabaya binmek, daha çok tatil yapmak, daha kaliteli giyinmek veya daha büyük bir evde oturmak isterse, ne olacak? Bu durumda komünistler şunu ileri sürebilirler: komünist toplumun bireylerinin sahip olacağı kültürel düzeye göre bireyin ihtiyaç talebi, kendine yetecek olanlarla yetinme bilincine/kültürüne sahip olacağı için herkesin ihtiyacını karşılama mümkün olacaktır. Ben bu kanıda değilim. Bu tamamen bir eşitleme, bir toplum mühendisliği projesidir ki insan denilen varlığın yeterince çözümlenemediği, anlaşılamadığı anlamına gelir. İşte bir “acaba” sorusu ve tartışma konusu.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Ben son sözlere inanmam ve son sözüm yoktur ama, bu röportajın da bir son sözü olacaktır. Kitabımı "Mazlumların ve mağdurların anısına" adadım. 20. yy’de insanlığın bir sosyalizm umudu vardı. Çöktü! Açıkçası kendimi yetim kalmış gibi hissettim. Ancak sosyalist toplumlardaki bir yığın olumsuzlukları da öğrenince, daha uzun süre umutları boşa çıkartmaktansa iyi ki bir an önce çökmüş dedim. Çöküşün tek avunduğum tarafı bu. Fakat günümüze baktığımızda durumun dünden daha iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Kapitalizm ve onun işbirlikçisi diktatörlükler, oligarşiler, otokratlar zulümlerine, sömürülerine, silahlanmaya, savaşlara ve doğanın katliamlarına daha fazla devam ediyorlar! Değerler çöktü, ‘şeyler’ ölçülemez oldu. Algılar gerçeğin yerine geçirildi. Bunun için iktidarlar hayatın her alanında müthiş bir algı operasyonu ve manipülasyonu yürütüyor. Sosyalist Blokun çökmesiyle iktidarların artan fütursuzluğuyla ve bununla at başı giden toplumsal cehaletle kuşatılmış durumdayız. Bir birey olarak bunlara karşı olmayı hem onurlu hem de vicdani buluyorum.