Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümü ve yüksek lisansını tamamlayan ardından çeşitli dergilerde yazıları yayımlanan ve çeşitli kurumlarda “İstanbul Kültür Tarihi” başlığıyla seminerler veren, Ozan Sağsöz ile “ Kültür Tarih Sohbetleri” başlığıyla yaptığı programdan adından sıklıkla bahsedilen ve aynı zamanda sosyal medya aracılığıyla sadece bilgi paylaşarak ilki gerçekleştiren, geniş bir kitleye hitap eden Cengiz Özdemir’le Damga okuyucuları için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Cengiz Özdemir’i bilenler için değil ama yeni tanıyacak olanlar adına Cengiz Özdemir kimdir? Sizi sizden dinleyebilir miyiz?
1967 İstanbul doğumluyum. Doğma büyüme İstanbullu derler ya, işte öyleyim. Bu şehirden hiç ayrılmadım. (askerlik hariç) İlk orta lise eğitimimi İstanbul’da tamamladım. Sonrasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünde Lisans ve Yüksek Lisansımı tamamladım. 15 yıl kadar sanat ve tasarım öğretmenliği yaptıktan sonra istifa ettim ve kendi aile şirketimizde yöneticilik yaptım. Halen bu işimi sürdürüyorum. Ayrıca Medyascope Tv’de yedi senedir süren Kültür Tarih Sohbetleri programını Ozan Sağsöz ile hazırlayıp sunuyorum. Bunun dışında İstanbul Kent Konseyi yürütme kurulu üyesi ve Kültür Sanat çalışma grubu gönüllüsüyüm. Evli ve bir çocuk babasıyım
"Kültür Tarih Sohbetleri" programı fikrinin nasıl oluştuğunu ve o serüveni anlatabilir misiniz?
Kültür Tarih Sohbetleri 2014 yılında temelleri atılıp 2015 yılında hayata geçen bir projeydi. Gezi olaylarından sonra basının bambaşka bir mecraya akmasıyla tüm gazeteciler yeni arayışlara girmişti. Bu dönemde öne çıkan sosyal medya hızla "yeni medya" kimliğine büründü. Ben de 2014 sonunda sosyal medya hesaplarımı açmıştım. Bundan başka anlık görüntülü yayın imkanı veren Periscope gibi yazılımlar çıktı. Sonradan bu yazılımların başka versiyonları da hızla yayıldı. Örneğin facebook YouTube gibi kanallardan da canlı yayın imkanları sonradan çıktı. Ama buna ilk imkan veren periscope oldu. Bir gün Ozan “Abi şöyle bir yazılım var gel beraber karşılıklı sohbet edelim, kayda alalım ve yayınlayalım” dedi. Kültür tarih sohbetleri böyle doğdu. Bir cep telefonu ve bir ütü masasıyla kendi evlerimizin kütüphanelerinde yayına başladık. Tripodumuz bile yoktu.
Popüler olan fakat popülizmden uzak bir program. Hedeflediğiniz şey bu muydu? Hedefiniz neydi?
Popüler olmayı hiçbir zaman hedeflemedik. KTS popüler olduysa bu bizim diğer mecralardaki popülerliğimizle alakalıdır. Bu işe ilk başladığımızda Ozan’la mottomuz "Bizi izleyen bir kişi varsa yayınımızı yaparız” oldu. O bir kişi var oldukça ve biz de sıkılıp usanmadıkça yayınlarımız sürecektir. Popüler bir kültür tarih yayıncılığı yerine akademik bir yayıncılık benimsedik. Bunun sebebi izlenmek kaygısından uzak olmamız kadar, Türkiye’de ve dünyada Türkiye meselelerine kafa yoran Türk ve yabancı çok sayıda akademisyen olduğunu bilmemiz ve bunların ana akım medyada neredeyse hiç görünür olamamalarıdır. Oysa bunu hakkediyorlar. Ama dünyanın hiçbir yerinde bunlar fazla ilgi gören konular değildir. Hiçbiri Prime Time’da yayınlanmaz. Bu da doğaldır. Oysa akademik çevrelerin bile birbirinden çok az haberdar olduğu bir çağda yeni medya bu işlevi görebilir diye düşündük. Bu şekilde 230 küsur yayın yaptık.
Programa konuk olarak aldığınız kişilerin programa katkıları ile ilgili ne söylersiniz?
Konuk olan herkes programdan çok Türkiye’deki sosyal bilimler mecrasına çok şey katıyorlar. Bizim hedefimiz bu yayınlar sayesinde bir dijital kütüphane oluşturup bunu gelecek nesillere aktarmak. Yani 50 sene sonra bir tarihçi dönüp baktığında Türkiye akademik dünyasında neler tartışılmış meselesini buradan çözebilsin isteriz. Ana akım medyaya bakarak çözemez, bizim yayınlara bakarak çözer. Bir de tabii biz mahalle ayrımı yapmıyoruz. Her mahalleden her dünya görüşünden akademisyeni ağırlıyoruz. Tek kıstasımız söylediğini ciddiye alması ve yazılanın bilimsel bir dertle yazılmış olması. Yani biz Mevlidin tarihini de, şarabın tarihini de konuşuruz; Aleviliğin tarihini de sünni fıkhını da, Hristiyan teolojisini de konuşuruz. Bunlardan bir çekincemiz yok. Çünkü doğu da bizimdir, batı da bizimdir. Sonuç olarak programa davet ettiğimiz insanların programa kattıklarından çok, Türkiye’ye ve birbirlerine kattıkları çok şey vardır diyebilirim. Amerika’dan, İngiltere’den, Avrupa’dan , Ortadoğu’dan konuklarımız oldu. Herkes birbirinden haberdar oldu, bir şey öğrendi. Bizim yayınların özellikle akademik çevrelerde çok bilindiğini ve izlendiğini işitiyoruz, bu da bizim çok hoşumuza gidiyor.
Sizce sosyal medya üzerinden bilgiye ve kültüre dengeli biçimde sahip olmak mümkün mü?
Bunu bir sosyal medya “fenomeni” olarak cevaplarsam mümkün değil derim. Sosyal medya tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir çöp yığını. Bu çöp yığınında eşelenerek çok değerli bilgilere ulaşmak mümkün. Ama hiçbir zaman burada verilen bilgiye “kesin” gözüyle bakamayız. Bunların teyidi gerekir. Bu yüzden sosyal medya okur yazarlığı çok önemli. Sanırım bir ara müfredata bu tarz bir ders koymuşlardı ama ne durumda bilmiyorum. Bir tarihsel bilgiyi veren hesap ne kadar güvenilir olursa olsun teyide muhtaçtır. Bu açıdan bunlara yüzde 100 güvenip inanmamak gerekir. Neticede 280 karakterle sınırlı bir mecrada doktora tezi çıkmayacaktır. Ama ana başlıklar insanda bir merak uyandırıp da bu alanlarda derinleşmek için bir vesile oluyorsa işte o zaman sosyal medya faydalı bir şeydir.
Yeni medya kavramı ile ilgili sizin düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Yeni medya dijital toplumun kaçınılmaz bir sonucu. 90’lı yıllarda başlayan dijital devrim artık kendi imkanlarını, kendi demokrasisini ve kendi medyasını yarattı. Bu medya insanların yeteneklerini ortaya çıkarmada çok büyük imkanlar verdi. Heybenizde turbunuz varsa onu paylaşma imkanı sundu. Gelecek burada. Konvansiyonel olan yok olup gidecek. Dijital dünya belki kontrol mekanizmaları bağlamında çok daha totaliter imkanlar sağlıyor gibi dursa da toplumların iletişimde, yeteneklerin açığa çıkmasında, iletişimin hızlanmasında çok daha fazla imkanlar sağlıyor. Eskiden “meşhur” olmak için devletin TRT’sine çıkmanız gerekirdi. Şimdi bir telefona, bir tripoda bakıyor her şey. Benim gibi elli yaş üzeri insanlar bu dijital dönüşümü şahsen yaşadığı için toplumun nereye doğru evirildiğini görebiliyoruz. Benim çocukluğumda eve bir telefon bağlatmak için yıllarca sıra beklenirdi. Şimdi 10 saniyede dünyanın her yeriyle iletişime geçebilirsiniz.
Eski İstanbul ve yeni İstanbul kıyaslaması üzerine siz neler söylersiniz?
Bugün yaşadığımız sorunların hepsi “eski” İstanbul’da da yaşanırdı. Sadece biz onları bir sorun olarak görmez, fark etmezdik. O zaman da trafik vardı, o zaman da çöp sorunu vardı, o zaman da çeşmelerden su akmazdı, o zaman da tarihi eserler haraptı, o zaman da yeşil alanlar azdı. İnsanlar genel olarak dünyadan kopuk olduklarında sorunları “sorun” etmezler. Ama Türkiye değişti, insanlar değişti, dünya küçüldü, dijital devrim çağa damgasını vurdu. Türkiye hızla dünyaya açıldıkça insanlar yurtdışına çıktıkça oralardaki hayat standartlarını gördükçe bunu talep etmeye başladılar. Böylece sorunlar başladı. Tanzimat’la birlikte yurtdışına çıkan aydınların dönüp memleketlerine baktıklarında gördükleri şeyi artık ortalama insan da görür oldu. Eskiden dar bir çevrenin şikayet ettiği meseleler hızla toplumsallaştı. Bilhassa sosyal medya burada çok büyük baskı unsuru oldu. Bunlar bence çok olumlu gelişmeler. Toplum içine hapsolduğu kabuğu kırıp dünyayı gördükçe daha iyisini talep eder, buna karşılık veren gelir, veremeyen gider. Demokrasi bunun için iyi bir şeydir.
Sizce İstanbul kültür başkentine dönüştü mü? Neden?
Uluslararası çapta bir kültür başkentine dönüşemedi çünkü bu imkan 2010’da heba edildi. O dönem İstanbul’u “idare eden” kafa (yöneten demiyorum) bu işi kısa vadeli bir marketing çalışması olarak gördü. Derdi İstanbul’u “pazarlamak” olan her şeyi reklam malzemesi olarak değerlendirir. Oysa çok büyük bir imkandı. 2010’dan günümüze kalan hiçbir kalıcı kurum hatırlıyor musunuz? Ne bir kent müzesi açılabildi, ne uluslararası çapta etkinliklere ev sahipliği yapabilecek mekanlar korunabildi ne de uluslararası çapta etkinliklere ev sahipliği yapabildik. Maalesef böyle bir vizyon olmadı. Hep kısa vadeli hedefler çerçevesinde değerlendirildi bu süreç. Tek “başarılı” olunan şey arsa fiyatlarının artması, arap yatırımcıların İstanbul’a yatırım yapması oldu denebilir. Ama buna karşılık örneğin Beyoğlu’nu, Fatih’i kaybettik. Fatih belediyesi Araplara ev kiralanmasını yasaklayacak noktaya geldi. Bütün bunlara rağmen İstanbul çok büyük bir potansiyele sahip. Yeniden Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biri olabilir. Bunu becerebilirse Ortadoğu’ya ve arap dünyasına da rol model olur. Bunu yapabilecek insan malzemesine, dinamizme de sahip. Önümüzdeki dönem ben çok büyük değişiklikler yaşanacağına inanıyorum. Sadece Liyakat ve vizyon gerekiyor, gerisi gelir.
İstanbul demişken, "İstanbul Kent Konseyi Kültür Sanat Çalışma Grubu" moderatörörlüğünüzden ve çalışmalarınızdan bahsedelim istiyorum. Gerçekleştirmek istedikleriniz neler?
İstanbul kent konseyi büyükşehir ölçeğinde ilk kez kuruldu. İstanbul belediyesine gelen yeni ekip İstanbul’u birlikte yönetmek, katılımcılık vb meselelere karşı özel bir duyarlılığı var. Bu sebeple daha önce ilçe belediyelerinde kurulan ama nedense büyükşehir ölçeğinde kurulması düşünülmeyen kent konseyini kurdular. Kent konseyleri gönüllülük esasıyla çalışır, sırtını STK’lara, odalara, meslek örgütlerine yaslar belediyelerle vatandaş arasında bir köprü kurar. Bu da katılımcılık sağlar. İKK işte bu vizyonla kuruldu. Halen içinde yirmiye yakın çalışma gurubu ve üç de meclis bulunduruyor. (Çocuk, gençlik ve kadın meclisleri) Bu çalışma gruplarında biri de kültür sanat çalışma grubudur. Ben de hem İKK yürütme kurulu üyesi hem de yakın döneme kadar Kültür Sanat çalışma grubu moderatörüydüm. Çalışma grupları çalışma alanındaki aktörlerin fikirlerini, önerilerini ve projelerini gerçekleştirmesinde onlara yardımcı olur, belediye ile bağlantısını sağlar ve köprü görevi görür. Biz de bu doğrultuda pandemi koşullarına rağmen pek çok projenin hayata geçirilmesini sağladık.
Ayrıldığınızı anlıyorum bu söylediğinizden?
Evet, moderatör ördükten ayrıldım ama gruptan ayrılmadım.
HEYBENİZDE TURUBUNUZUN OLMASI GEREK
Sadece bilgi paylaşarak Twitter’da @kulturistan hesabınızın birçok kişiye ulaşması ile ilgili ne söylersiniz?
Buna şaşırdım diyebilirim. Bu bize şunu söylüyor bir yandan da, sadece bilgi paylaşarak da yüzbinlerce insana ulaşabiliriniz.Ama bunun için alanınızdaki bilgiye sahip olmanız lazım. Söyleşinin başında da söylediğim gibi heybenizde turbunuzun olması gerek. Sosyal medya bu turbun görünür olmasını sağlıyor. Dolayısıyla bilgi paylaşmak, paylaşılan bilginin başka bilgi kaynaklarıyla beslenmesini sağlamak açısından sosyal medya harika bir yer. Ben buradan kendi paylaştığımın on katı yeni şey öğrendim. Bu açıdan sosyal medyayı sadece bir uğultu alanı, yankı odası olarak görmemek, orada iyi işler yapan insanları taktir ve takip etmek, desteklemek çok önemli. Bilgi çağında bilgiye en kolay ulaşılabilecek (teyit ederek tabii) alan burası. Kendi maceramda hesabı ilk açtığım zaman hiç bu kadar iltifat göreceğimi düşünmemiştim. Sanırım bu tarz hesapların öncüsü olmamdan ve biraz da İstanbul nostaljisinden ziyade İstanbul bilgisini paylaşmam bu kadar ilgiye mazhar olmama sebep oldu. Benden sonra benzer şekilde davranan çok hesap açıldı. Bu hesapları yönetenlerin bazılarıyla arkadaş oldum, onlara destek de oldum. Neticede buraların daha iyi daha güzel mecralar olmasını istiyorsak dayanışma ile bunu başarabiliriz diye düşünüyorum
EN BÜYÜK DERT GETTOLAŞMAK!
Kültüre, tarihe, felsefeye, edebiyata, sosyolojiye ilgi duyan gençlere Cengiz Özdemir ne söyler?
Söylenebilecek çok şey var, bir kaçını sıralamak istersek, öncelikle açık olsunlar. Türkiye’nin en büyük derdi gettolaşmak. Kendi mahallesine sıkışıp kalmış, “öteki” nin derdine sağır bir nesil olmamak gerekiyor. Sosyal medya algoritmaları bizleri kendi yankı odalarımıza hapsetmek üzere tasarlanmış. Dünyanın en zeki yazılımcılar milyonlarca dolar harcayarak sizleri daha fazla ekran başında tutmak için çabalıyor. Bunu da en kolay yolu size duymak istediklerinizi göstermek. Oysa bir de “öteki” tarafın söyledikleri var. Onları bilmeden toplumu anlayamayız, kavrayamayız, çözümleyemeyiz. Kültür, tarih, felsefe edebiyat, sosyoloji bunlar hep insanla var. Elbette bir dünya görüşümüz olacak ve elbette buna uygun yaşayacağız. Ama bunu mutlak gerçek, tek yaşam biçimi olarak gördüğümüz anda beynimizin yarısını ameliyatla aldırdık demektir. Elbette çok okusunlar, çok gezsinler, dünyayı görsünler, ve kendileri olsunlar. Aktüele takılmayıp olayları tarihsel bağlamı içinde değerlendirsinler. Güncele takılan mutlu ve başarılı olması mümkün değil
SÖYLEŞLİ/DİLEK BOZKURT