Hürriyet yazarı Sedat Ergin'in kaleme aldığı yazısı şöyle:
Salgın günlerinde Türkiye’nin tartışma konusu
Bütün bir insanlık son asırların en büyük felaketlerinden biri tarafından kuşatılmış durumda.
Yerkürenin dört bir tarafında yüz milyonlarca insan evlerine kapanmış, derin kaygılar içinde kendisini bu ölümcül virüsten koruma derdinde.
İşte dünya bu belirsizliği yaşarken Türkiye, koronavirüse karşı cansiperane bir mücadele verdiği sırada aynı zamanda eşcinsellik, zina, ‘meydanlarda cadı diye kadınların yakılması’ gibi başlıkların ön plana çıktığı bir tartışmaya da sahne oluyor. Herhalde COVID-19 salgını döneminde böyle bir gündemle meşgul olan yerküredeki tek ülke olmalıyız.
*
Ortalığı kaplayan toz bulutunu aralarken öncelikle karşımıza çıkan çok temel bir soruna işaret etmek istiyorum. Bunu ‘terazi sorunu’ olarak adlandırmak istiyorum. Terazi ağırlık ölçmeye yarayan bir araç. Terazinin tartma işlevini yerine getirmesini sağlayan hassas ayarlarının, böyle bir zamanlamada ülkenin içinden geçtiği koşulları da hesaba katması gerekiyor.
Sonuçta herkes ağzından çıkan her sözü seçerken, bunun nereye uzanacağını bir değil iki kez tartmak durumunda, özellikle her akşam bütün bir ülkenin televizyon başında tedirginlikle günlük yeni vaka ve ölüm sayılarına ilişkin duyuruları beklediği bir dönemde.
Aslında toplum olarak yardımlaşma ve dayanışmaya bir seferberlik ruhu içinde her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan bir dönem bu. Toplumun bütün kesimlerini saracak, görüş ayrılıklarının, farklılıkların üstüne çıkacak kuşatıcı bir dil, bu zorlu dönemin aşılması açısından yaşamsal önem taşıyor.
Yeni bölünme konuları üzerinden ayrışmak içinden geçtiğimiz dönemde arzulanacak en son durum olmalı.
*
Kopan gürültünün başlama noktasında Diyanet İşleri Başkanı Dr. Ali Erbaş’ın geçen cuma günkü hutbesinde eşcinselleri ve zina meselesini hedef alan sözleri yer alıyor.
Dr. Ali Erbaş’ı savunanlar kendisinin dinin getirdiği yasakları vaaz ettiğini belirtiyorlar. Burada üzerinde durulması gereken bir soru, kendisinden daha önce o makamda oturmuş olan Diyanet İşleri başkanlarının gündeme getirmedikleri bir konuyu, kendisinin neden 2020 yılında vurgulama ihtiyacı duyduğudur.
Bu noktada İslami kesimde saygın bir konumu bulunan yazarlardan Ahmet Taşgetiren’in yaptığı değerlendirmeye kulak verebiliriz. Taşgetiren, dün Karar gazetesindeki yazısında “İslami camianın hocalarına düşen bir duyarlılık”tan söz ediyor ve şu soruyu yöneltiyor:
“Derim ki, sosyal medyada fırtınalar estiği ortamda, bir tartışmanın göbeğine palas pandıras dalmak yerine, hangi söylem hangi zamanda hangi üslupla daha sağlıklı, İslam’ın insanlara ulaşması noktasında isabetli olur, onların devreye girmesi en çok da bugün için gerekli değil midir?”
*
Tartışmanın diğer ucunda Ankara Barosu’nun Dr. Erbaş’a verdiği yanıttaki problemli ifadeler yatıyor. Bir demokrasiden söz ediliyorsa kuşkusuz hiçbir kurum eleştiri üstü olmamalıdır. Diyanet İşleri Başkanı da bu ilkenin istisnası değildir. Ötekileştirici bir dil kullandığı gerekçesiyle pekâlâ eleştirilebilir. Ancak bu hak kullanılırken eleştirilen şahsa “halkı ellerinde meşalelerle meydanlarda cadı diye kadın yakmaya davet etmek” niyetinin atfedilmesi, “kan kokan cüret”ten söz edilmesi meseleyi bambaşka bir yere götürmüştür.
Ankara Barosu, herhangi bir sivil toplum kuruluşu değildir. Ülkenin başkentindeki avukatların meslek örgütü olarak ayrı bir sorumluluğa ve ağırlığa sahip olmak durumundadır. Baronun açıklaması da bu sorumluluğun gerektirdiği dikkat ve sağduyu çizgisini yansıtmaktan uzaktır. Erbaş’ın sözleri eleştirilirken bu kez bütün dindar kesimlerin rahatsızlığını tetikleyebilecek bir çizgiye kayılmıştır.
Derken iktidar kanadının da kuvvetli bir şekilde Diyanet İşleri Başkanı’nın yanında durmasıyla birlikte tartışma birden siyasetin de ana konusu haline gelmiştir.
Burada üzücü olan, geldiğimiz noktada Diyanet İşleri Başkanlığı gibi temel ilke olarak siyasetin dışında kalması gereken bir müessesenin ülkedeki siyasi tartışmanın bizzat merkezine yerleşmesi olmuştur.
*
Meselenin altını çizmemiz gereken bir diğer boyutu da şurada yatıyor. Hukukun üstünlüğünü esas alan laik bir ülkede temel hak ve özgürlükler ve yaşam tarzları söz konusu olduğunda geçerli olan, pozitif hukuk çerçevesinde yasaların çizdiği alandır.
Bu noktada hatırlamalıyız ki, 2004 yılında Türk Ceza Kanunu reformu yapılırken zina suç olmaktan çıkartılmıştır. Keza 2011 yılında imzaya açılan ve kısaca ‘İstanbul Sözleşmesi’ diye bilinen Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddeti yasaklayan sözleşmenin hükümleri de önemlidir. Sözleşme çok açık ifadelerle “cinsel yönelim” üzerinden ayrımcılık yapılmasını yasaklıyor. Türkiye 2011 yılında bu sözleşmeyi ilk imzalayan ülke olmuş ve TBMM de 2012 yılında onaylamıştır. Üstelik Anayasa’nın 90’ıncı maddesi çerçevesinde bu sözleşme Türkiye’deki yasaların da üstündedir.
Bu tartışmanın içinden geçtiğimiz dönemde bir an önce geride bırakılması elzemdir.