Kültür sanat köşemizin bu haftaki konuğu Yeşilçam sinemasının yakışıklı prensi, efsane ismi Salih Güney. Geçmişten günümüze Türk sinemasını konuştuğumuz, olumlu ve olumsuz faktörlerini karşılaştırdığımız, bizi o yıllara götüren sıcacık anılarla dolu, ayrıca uzun yıllardır yürüttüğü arkeolojik çalışmalarla ülkemize kattığı değerleri paylaşmak üzere İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kendisine konuk olduk.
Günümüz sinema ve dizi sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir dizi süresinin yüz dakika olduğunu düşünürsek, neredeyse bir film süresi kadar olduğu bu sektör artık benim için bir şey ifade etmiyor. Yazan kişi her hafta bir senaryo yazmak mecburiyetinde. Senarist ne yazacağını şaşırıyor. Ana rollerin dışında, kapıcının kızı oranın oğluyla aşk yaşıyor, bahçevan evin sahibi kadına aşk duyuyor gibi konuyu yayıyorlar ki, hikaye çıksın ortaya.
Aslında şu an tam bahsettiğiniz gibi dijital platformlar aslında bunu yıkıyorlar. Orada 30'ar veya 40’ar dakikalık bölümlerle diziler başladı. Bu gelişme ve değişim hakkında ne dersiniz?
Bu konuda hem canlı yayınlarda konuşuyorum, hem de tüm verdiğim röportajlarda belirtiyorum ve şikayet ediyorum. Bir dizi en fazla 55 dakika olmalı. Bir Spartacus 55 dakika, bir Crown 55 dakika. Arada reklam yok, bir başında bir sonunda veriyorlar reklamı, bizde heyecan ve zevkle seyrediyoruz. Reklamlarıyla filan bizde üç buçuk saat. İnsan sıkılıyor haklı olarak. Bana cazip gelmiyor. Bir de biz oyuncular olarak gidiyoruz saatlerce bekliyoruz. En son dizim Hale Soygazi ile oynadığım ‘Bu Aşk Seni Unutur mu?’. Gittik ilk gün biz altmış yaşımızı geçmişiz, sete geldik, Hale’nin makyajı saçı yapıldı, kıyafetleri giydik ve tam altı saat çekimi bekledik. Gelmişiz heyecanla, hazırız, diyalogları geçtik fakat sonra yüzümüz düşüyor doğal olarak agresifleşmeye başlıyoruz. İkinci ve üçüncü günlerde de beş saate yakın bekleyince açtım prodüktöre telefon, dedim beni acil olarak öldürün, ya trafik kazası ya uçak düşsün. Beni bu diziden çıkarıın. Ben dedim sekiz saat çalışırım sekiz saat beklemem. Genç çocuklar bekliyor, onlar pratikte öğreniyor işi, belli bir teoriye girdiğin zaman hiç ummadığın şeyler çıkıyor karşına. Bir bakıyorsun dekor istediğin gibi değil, ışık başka yerden vuruyor. Sen hayallerle geliyorsun, ama hiçbir şey umduğun gibi olmuyor. Evvelden gelip bir tetkik yapan da yok, nerede çekicem, kamerayı nereye koyucam, bunlara da karar verilmiyor. Genç yönetmenler tamam hepsi okul bitirmiş filan, okul ayrı şey, pratik ayrı şey. Praktise geldiğin zaman ortada bir şey yok, bekle bekle. Benim tadım yok, biz Yeşilçamız, alışmamışız. Biz bir prova ile çekerdik, film yakmazdık. Mesele son filmim Mustafa Altıoklar ile “Beyza’nın Kadınları” orada kızımız üç ayrı karaktere giriyor. Filmde kopuk bir ayak buluyoruz Üsküdar’da. İşte cinayet sahnesi ya, kol bacak filan çıkacak. Dedi ki Mustafa şimdi Beykoz’a gidiyoruz. Ya dedim Mustafa bizim Üsküdar’dan Beykoz’a gidene kadar güneş batar, yapma. Denizde yüz elli iki yüz metre sola gidelim anlaşılmaz ki nerede olduğumuz, sadece deniz çekicez zaten. Bütün setin ve o kostümlerin filan toplanıp, yüklenmesi ve Beykoz’a gitmemiz güneş batmak üzereydi. Ve zaten sonra o sahneyi kullanmamış. Yani demek istiyorum ki, bakın Mustafa Altıoklar çok önemli bir yönetmen. Ama onunla bile böyle şeylerle karşılaşabiliyoruz.
Yani siz o yıllardaki imkansızlıklarla bunları başarmışsınız, fazla imkan olunca mı acaba, daha inandırıcı olsun, illa yerinde çekicem mantığı oluşuyor?
Önemli olan izleyiciye onu yansıtmadan, aradaki farkı hissettirmeden çekebilmek. Işık burada en önemli unsur. Zamanlama da.
Şu an oyunculuğunu en beğendiğiniz isimleri sorsak?
Nurgül Yeşilçay çok iyi oyuncudur. Benim kızım da Berna Laçin ile Belalı Baldız’da oynadı. Meryem Üzerli’yi çok beğenirim. Halil Ergenç mesela muhteşem oyuncudur. Kanuni’yi yudum yudum oynadı. Levent Üzümcü ona keza. Bülent İnal iyidir. Okan Yalabık iyi bir oyuncu oldu. Ayrıca Gülse Birsel’i çok severim.
Geçmişte kendinize rakip gördüğünüz aktör var mıydı?
Benim rakibim yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Çünkü ben belirli bir karakterin oyuncusu olmadım. Ben kötü adam da oldum, romantik çocuk oynadım, poliste oldum, gangaster de oldum. Çizgi roman kahramanlarında prensleri çoğunlukla ben oynadım. O yüzden de prens ünvanı verildi. Mesela ‘Asi gençlik’te Kadir İnanır’a kötü adamı oynattık, ben orada iyi çocuk oldum. Hatta rahmetli Berker İnanoğlu ile bir film çekiyoruz. Can Gürzap mesela benim konservatuardan sınıf arkadaşımdır. Can ile birlikte oynayacağız. Dedim ki; ‘ben hep kötü adam oluyorum, bu kez Can kötü adamı oynasın’ tamam dediler. Rol biraz erotikti. Can, o yıllarda Devlet Tiyatrosu Müdürü idi. O rolden sonra müdürlükten attılar. (Gülüşmeler)
Peki arkeoljiye merakınız olduğunu ve bu konuda ülkemize birçok katkınız olduğunu biliyoruz. Bu merakınız ne zaman ve nasıl başladı?
O çok erken. Konservatuar yıllarımdan beri aslında heryıl Hermes Festivali adı altında, Bergama’ya gider ve orada oyun oynardık. Bizim gibi birçok ülkeden oyuncular gelirdi. Hocam bizi Ankara’dan Bergama’ya getirirken Pamukkale Afrodisias üzerinden getirirdi. 16 yaşındayım, şimdi bile görünce heyecanlanıyorum, etkilenmemek imkansızdı. O yıllardan beri hep hobim oldu. Ta ki, Prof. Dr. Jale İnan hanımefendi ile tanışana kadar. Bu Türkiye’den çalınan tarihi eserlerle ilgili birlikte bir kampanya başlattık. Ve malum Herkül heykelini getirttik sonunda Türkiye’ye. Bu heykelin getirilmesinde çorbada bayağı bir tuzum olduğu için de ayrıca gururluyum. Ve Sn. Jale hanımefendi bana dedi ki; “oğlum bu senin hobin değil, misyonun” ve gerçekten de yaşamım da misyonum oldu. Geçen yıla kadar Ankara Üniversitesi’nin Su Altı Araştırmalarının halkla ilişkiler ve basın sözcülüğünü yapıyordum. Fakat benim Prof. Hayati hocam vardı, yakın dostumdu. Geçen yıl rahmetli oldu. Bende hocamın kaybından çok etkilendim benim hayatımda çok önemli bir insandı. Çeşme’ye yerleşmem yüzde elli onun yüzündendir. Çünkü bizim kampüsümüz Çeşme’dedir. Beraber dalış yapıp, su altı kentlerini ve antik yerleri buluyorduk. Hocamı kaybettikten sonra açıkcası tadım kaçtı.
İstanbul Arkeoloji Müzesi belli ki, sizin için ayrı bir anlam ifade ediyor. Bunun sebebi nedir?
Ben hobim olduğunu sanıyordum, meğerse misyonum imiş, tabii o yıllarda bundan haberim yok. O yıllarda buranın müdürü sayın İsmail bey ile müzeyi geziyoruz. Dedim ki ‘İsmail bey; bu reyonun devamını neden açmıyoruz?’ Dedi ki ‘Ya Salih orası mezbele, bakımsız’ dedim ki ‘Aç bir görelim’ Hakikaten gözlerime inanamadım. Öyle lahitler var ki, birazdan gidip göreceğiz sizinle de, heykel başları, kolonlar, birbirinden güzel frizler.. ‘Ya bu nasıl olur böyle, ne yapalım bir çare bulalım dedim’. Ömer Erbil’i aradım. Bir hafta sonra İlber Ortaylı hocamız bize burada bir brifing verdi. O arada Muharrem bey de İstanbul valisi idi. O da geldi. Vali beye bizzat o mezbeleyi gösterdim ve insanlara açılması gerektiğini vurguladım. Vali bey hayran kaldı ve 'biz hemen buna el atıyoruz' dedi. Bu süreçte de vali beyi devamlı arayarak bilgi aldım.Ve o lahit halkın huzuruna açılmış oldu.
Son olarak anlatmak istediğiniz, kimsenin fazla bilmediği bir anınız var mı?
Var elbette. Yönetmen Remzi Jöntürk bir film çekiyoruz. Filmin finalinde Ayasofya’nın kubbesine çıkın, oradan Türk bayrağınızı sallayacaksınız, ben oradan açılıcam açılıcam tamamen Ayasofya’yı görüntüleyeceğim ve filmin son yazısı çıkacak dedi. Rahmetli Tugay Toksöz vardı ‘ben çıkmam’ dedi. Fikret Hakan vardı. O zaten rol gereği ölmüştü hikayede. Yılmaz Köksal dedi ki; ‘ben çıkarım’ Yılmaz öyle deyince ardından ‘ben de çıkarım’ dedim. İyi dedik. Elimizde bir tane bayrak var ama bayağı büyük ve ağır. Dört beş metrekarelik bir şey. Üstümüzde tabancalar, fişeklikler. Yılmaz fırladı kubbelerden kubbeye, ben de arkasında takip ediyorum. Geldik tam alemin altına. Bir zincir var orada bileğim kalınlığında. Fakat arkamızda herhangi bir kubbe ya da koruyucu destek yok. Sürüne sürüne geldik. Arkamız uçurum 50 metre. Yılmaz çok atikti. Zincirden pat pat çıktı. Bende Kelime-i Şahadet getirmeye başladım. Zincir paslımı, eski mi, bizi taşır mı? Biraz tırmandım ve bayrağı uzattım Yılmaz’a. Rahmetli aldı o bayrağı ve Ayasofya nın alemine Türk bayrağıyla çıktık. İnanılmazdı. Bu kadar büyük ve sansasyonel bir mabetten bayrağı sallamak bana kısmet oldu. Bu benim için unutulmazlar arasındadır.
ÜNLÜ YÖNETMENLERİMİZ VAR
Senaryo konusunda bugün ile geçmişi karşılaştırdığınızda daha mı zengin buluyorsunuz?
Malum yurtdışında yaşayan yönetmenlerimiz var. Ferzan Özpetek var, Fatih Akın var. Bunlar tabii çok önemli adamlar. Çağdaş yönetmenler. Son yıllarda burada pek dikkatimi çeken kimse yok açıkcası. Benim dönemim de gerek yönetmen gerek oyuncu anlamında çalışmadığım kimse kalmadı. Mesela Ülkü Erakalın derdi ki; ‘Salih dörde çeyrek kala gel, beş’i yirmi geçe gidersin’ ve beşi yirmi geçe yollardı. Biz böyle çalışırdık, çünkü adam ne çekeceğini biliyor. Şimdi kamerayı nereye koyacaklarını karar vermeleri iki saat. Kaldı ki bugünkü teknik imkanlarla.
AMERİKA'YA GİTMESEM TUTUKLANACAKTIM!
Birara Amerika’da yaşadığınızı biliyoruz. Neden?
Evet hem de en güzel zamanımda. Aşk-ı Memnu’yu çekmiştim. Siyah beyaz olarak. Şimdilerde nasıl Kıvanç Tatlıtuğ’a şöhret kapıları açıldıysa o yıllarda da ben öyleydim. O tarihten sonra askere gittim. Acemilikten sonra İstanbul’a geldim ve o yıllarda grevler ve yürüyüşler başlamıştı. 1976 yılından bahsediyorum. O yıllarda albayımız bize emir veriyor, dipçik tak, grev yapanlara yüklen. Şimdi bakıyoruz işçi sadece hakkı için yürüyor. Sen kalkıp da dipçik vur dersen, ya dedim ‘ne oluyor?’ Yani Türkiye kaynıyor o tarihlerde. Işık Yenersu sınıf arkadaşım, işte onu aldılar içeriye, Tarı'ı aldılar (Tarık Akan), Cem Karaca dedi ki, Salih ismin yazılı, Tuncer senin de ismin yazılı (Tuncer Kurtiz) sizi de alacaklar. 1980 darbesine yaklaşma evreleri bunlar. İstanbul karanlık, Türkiye karanlık, lambalara ateş ediyorlar. O arada ben İsveç’e gittim. Orada televizyon eğitimi aldım. Sonra Ecevit döneminde Türkiye’ye döndüm. Sonra tekrar olaylar yeniden alevlenmeye başladı ve dedim ki ‘tamam gidişat kötü’ ve 1979 yılında Amerika’ya gittim. Zaten 1980'de de darbe oldu. Amerikan vatandaşı oldum. Kalmış olsaydım beni de alacaklardı.
RÖPORTAJ: MÜGE YÜCETÜRK