“Eş koşmak”, vahyin akışı (5)
Önceki yazımızda, toplam 36 ayetten oluşan ve vahyin akışına göre üçüncü grup beş sure olan; Duhâ, İnşirah, Asr, Âdiyât ve Kevser surelerine küçük dokunuşlar yapmış ve içerdikleri anlam bütünlüğünü yansıtmaya çalışmıştık. Diğer yandan vahiy sıralamasındaki anlam bütünlüğünün, resmî sıralamada kaybolduğunu görebilmekteyiz. Resmi sıralı meallerde üçüncü sure olan ve 200 ayetten oluşan Âl-i İmran yani İmran Ailesi suresi, vahye göre 94. sıradadır. Surede çoğunlukla “Allah’a ortak koşmak, Allah yolunda savaşmak/öldürülmek, Allah elçisine/elçilerine itaat, Allah’ın yardımı… inkârcılar, azap, cennet, cehennem” gibi konular, Ehli Kitap’ın durumuna da yoğun olarak ve çeşitli vesilelerle değinilerek işlenir. “Kutsal kitap sahipleri veya kendilerine kitap verilenler” anlamlarında olan Ehli Kitap terimi, Kur’an’da Yahudiler ve Hristiyanlar için kullanılmaktadır. Resmi sıralamada, ikinci sure olan Bakara suresi de bilindiği gibi İsrailoğulları konusunda yoğun ve çeşitli anlatımlar içermektedir.
İslam’ın ana kaynağı Kur’an’da neden İsrailoğullarına ve de peygamberlerine bu kadar yer ayrıldığını ve Allah’ın; “Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini, İmran ailesini” (Âl-i İmran, 33) neden dünyalara üstün tuttuğunu bilmiyoruz. Vahyin akışına göre, 92. ve 94. sırada olan Bakara ve Âl-i İmran surelerinin, kimlerin kararıyla Kur’an’da 2. ve 3. sıraya getirildiklerini de bilmiyoruz! Kutsal kitabını okuyup anlamaya çalışan bir Müslüman’ı, hemen daha başta yoğun bir “İsrailoğulları” konusu ile karşı karşıya bırakmanın ne gibi bir gerekçesi olabilir, onu da bilmiyoruz! Bildiğimiz; bu durumun vahyin akışına ters olduğu ve kul yapısı olduğudur. Oysa, önceki yazımızda belirttiğimiz gibi, vahiy sırasına göre ilk on beş surede; dinin özü, insanın yaratılışı, yürümesi gereken yol, Muhammed peygamberin tanıtılması, Kur’an’ın iniş amacı, vahiy metni ile düşünme eyleminin birleştirilmesi, insanın uyarıcı görevi taşıması ve nihayet Yaratıcı ile insanın arasındaki bağ gibi konular bir bütünlük içinde işlenmektedir.
Burada bir çalışmadan söz etmek isteriz. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Baş’ın, “Hicaz Yahudileri” adlı kitabında, birçok ayetin vahiy nedeni, Hz. Muhammed’in yaşadığı çevredeki Yahudilerle yaptığı sohbetler sırasındaki tartışmalara dayandırılıyor ve bu durum çeşitli kaynaklarla veriliyor. Özellikle; Bakara, Âl-i İmran, Maide ve Tevbe sureleri bu anlamda incelenmelidir. Ancak Baş, şunu da söylüyor: “Hicaz bölgesinin tarihî geçmişini ortaya çıkarabilecek temel ilmî belge ve kayıtlar yok denecek kadar azdır. Bu bölge ile ilgili bilgiler, İslam’ın hemen öncesinde veya İslam ve Cahiliye dönemini beraber yaşayan ravilerin naklettiği bilgilere dayanmaktadır.” (s.19) Ravi, hadisi ilk defa söyleyene nispet ederek rivayet eden kimse için kullanılan bir terimdir.
Baş’ın kitabındaki (s.102) bir anlatıma göre; Ebubekir, haham Finhas’a Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğunu kabul etmesini söyler. Finhas ise; “… bizim Allah’a bir ihtiyacımız yoktur. Biz fakir değiliz… Bize göre o fakirdir… O bize karşı muhtaçtır. Şayet muhtaç olmasaydı arkadaşınız Muhammed’in zannettiği gibi biz O’na mallarımızdan ödünç olarak vermezdik. O size faizi yasaklarken bize faiz veriyor. Şayet O’nun bize ihtiyacı olmasaydı bize faiz vermezdi.” der. Bu sözler üzerine Ebubekir, Finhas’ın yüzüne tokat atar. Finhas bu durumu Hz. Muhammed’e şikâyet eder. Finhas’ın, söylediklerini inkâr etmesi üzerine de ayet iner ve Ebubekir tasdik edilmiş olur: “Andolsun ki, ‘Doğrusu Allah fakir, biz zenginiz’ diyenlerin sözünü Allah işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini yazacağız ve ‘Yakıcı azabı tadın.’ diyeceğiz.” (Âl-i İmran, 181)
Kur’an, Hicaz’daki Yahudilerin cennet/cehennem konusunda Hz. Muhammed’le sık sık tartışmaya girdiğini de verir. Âl-i İmran 23 ve 24. ayetler buna örnektir: “Kitaptan kendilerine bir pay verilmiş olanların aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına çağrıldıkları halde, bir kısmının yüz çevirerek dönüp gittiğini görmedin mi? Bu, onların ‘Ateş bize ancak sayılı birkaç gün değecektir’ demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.”
Âl-i İmran suresinden örnekler vermeyi sürdürelim: Bölge Yahudilerinin amaçlarının Müslümanlarda kafa karışıklığı yaratmak olduğunu; “… keşke sizi saptırsalar isterler…” (ayet 69) ya da “… İnananlara indirilmiş olana günün başında inanın ve günün sonunda inkâr edin! Belki dönerler.” (ayet 72) ya da “… Ey kitaplılar! Siz, doğru olduğunu bilip dururken, niçin Allah’ın yolunda eğrilik arayarak inananları ondan alıkoyuyorsunuz?…” (ayet 99) ifadelerinden anlıyoruz. Ahlak yapıları da; “Kitap ehlinden birine bir yük altın emanet etsen, onu sana ödeyen ve bir altın emanet bıraksan, tepesine dikilmedikçe onu sana ödemeyen vardır. Bu, onların ‘Başkalarına karşı üzerimize bir sorumluluk yoktur’ demelerindendir…” (ayet 75) ifadesiyle veriliyor. Burada, bölge Yahudileri üzerinden insan karakterinin olumlu ve olumsuz yapısına değinildiği açıktır çünkü insanın olduğu her yerde “ahlak” konusu çeşitlilik içerebilir ve bunun da ne dini vardır ne de milleti!
Ayrıntılar deve eti yemek konusuna kadar uzanır. Önce ayeti görelim: “Tevrat’ın indirilmesinden önce, İsrail’in kendilerine haram ettiğinden başka, bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: ‘Doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirin ve onu okuyun.” (ayet 93) Mustafa Baş’ın çalışmasındaki bilgilere göre bu ayetin iniş sebebi ile ilgili iki rivayet bulunmaktadır. Birinde, Yahudiler Hz. Peygamber’e gelerek İsrail’in (Yakup) kendisine neyi haram kıldığını bildirmesini isterler. Muhammed peygamber de, İsrail’in çölde yaşarken siyatik hastalığına yakalandığını, deve eti ve sütünün ona iyi geldiğini ve bu yüzden onları kendisine haram kıldığını söyler. Diğer rivayet ise İsrail’in, hastalıktan kurtulursa çok sevdiği deve eti ve sütünü terk etmeyi adadığı yönündedir. (s.163)
Bölge Yahudileri, “peygamberleri haksız yere öldürmeleri” (ayet 112) konusunda da kınanırlar ve şöyle denir: “Doğrusu, ateşin yiyeceği bir kurbanı getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamak üzere Allah bize söz verdi’ dediler. De ki: ‘Kuşkusuz, benden önce elçiler size açık belgeler ve dediğiniz şeyi getirmiştir. Doğru sözlü iseniz, onları niçin öldürdünüz?” (ayet 183)
Âl-i İmran suresinde, Meryem ve İsa’nın mucizeleri/üstünlükleri de tekrarlanır. Hz. Muhammed’den de şunu söylemesi istenir: “De ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a Yakup’a ve oymaklara indirilenlere, Musa’ya ve İsa’ya ve peygamberlere Rableri tarafından verilenlere aralarında hiçbirini diğerinden ayırmadan inandık. Biz, kendimizi içtenlikle O’na vermişizdir.” (ayet 84) Bu durumda, “Allah katında din, İslam’dır” (ayet 19) ya da “kim İslam’dan başka bir din arzu ederse, o din kabul edilmeyecektir” (ayet 85) gibi ifadelerle anlatılmak istenen nedir? Ayrıca kimileri; “İslam” tüm semavî dinlerin ortak adıdır dese de ne Hristiyan dünya ne de Musevî dünya bunu kabul eder!
Surede ayrıca,“Rabbinizin üç bin melekle size yardım etmesi…” ya da“… Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.” şeklinde ifadeler yer almakta, Allah yolunda savaşmak sık sık tekrarlanmaktadır. Geçmişte ve günümüzde de birileri “Allah yolunda” savaştıklarını, Allah’tan yardım aldıklarını söyleyerek hem yaşadıkları coğrafyayı hem de başka coğrafyaları kan gölüne çevirmekte tereddüt etmemiş, etmemektedirler. Dayanak noktaları;“Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha iyidir.” (ayet 157) ifadesi midir?
Yaşadığımız deprem felaketi nedeniyle yürek yakan, ağır görüntüler içeren enkaz başlarında bile çocuklara yaptırılan“Allahu ekber” amigoluğu da bu zihniyetin çarpıtılmış bir alt ürünü olabilir mi?
Devam edecek…