İki şeyi bırakalım
On ilimiz çok büyük iki depremle yıkıldı. Yürekler kan ağlıyor, acının tarifi yok ve yıllar da geçse birçok yaranın kapanmayacağını biliyoruz. Yüzyılın âfetinde, ülkemin duyarlı vatandaşları, kurumları seferber olduğu gibi dünya da yardım elini uzattı yetişmiş insan gücü, bilim ve teknolojisiyle… Her şey için teşekkür ediyoruz ve işin ucundan maddi ya da manevi olarak tutan her insana gönül borcumuz var artık.
Ancak diğer yandan sel gibi akan, yabancıya övgü düzen, kendi insanını karalayan mesajlar ruhumuzu daraltıyor ve bu ruh daralması, insan haklarını sürekli ihlal eden birtakım çarpık zihniyetlerin sosyal medya bant daraltmasına benzemiyor, insanımızın kendine olan güvenini sarsıyor. Halbuki durum tam tersi olmalı, Türk insanı kendine yakıştırdığı acziyet ifadelerini derhal kaldırıp atmalıdır. Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle yaptığı söylevde ona, yürümesi gereken yolu göstermiştir. Bazı cümlelerini hatırlatalım:
“Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Fakat yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunda ve kararlılığındayız. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar memleketlerin seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş rahatlık, araç ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici anlayışına göre değil, asrımızın hız ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da başarılı olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu yükselme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, pozitif ilimdir.”
Reçete bellidir; “daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunda ve kararlılığında” olmak, zaman ölçüsünün, “geçmiş asırların gevşetici anlayışına göre değil, asrımızın hız ve hareket kavramına göre” düşünülmesi, Türk milletinin “yüksek karakterli” olduğunun bilinmesi ve elinde ve kafasında tuttuğu meşalenin “pozitif ilim” olması…
Derhal terk etmemiz gereken ikinci konu “inançların değişmeyen söylemleriyle geleceğe yol aramak” tır. Öncelikle toplum, birtakım cübbeli/cübbesiz ve benzerlerinin hadis adı altında sözde kehanetleriyle mi yürüyecektir yoksa ömrünü bilime adamış yerbilimcilerin (jeolog) uyarılarını esas alarak mı ilerleyecektir? Bu yaşamsal kararı ne zaman verecektir? Bu kararın verilmesi için iki değil üç ayrı depremin kesişmesi mi beklenecektir?Ya da şunu mu düşünüyoruz: “Allah bir daha böyle felaket göstermesin/yaşatmasın… her şey kader planı içinde… yetiş ya Hızır… şehitlik mertebesi kazandılar, ne mutlu… nur göllerinde yatsınlar… inşallah bugünler de geçecek…” ve benzeri dileklerle olayların gerçeğini örtebiliriz ve yolumuza devam edebiliriz?
Bir vatandaş olarak diyeceğim odur ki; aklı ve evrenin işleyişinin gereğini hayatımıza sokamazsak ne yazık ki daha birçok bilinen ya da bilinemeyen felaketle karşı karşıya kalabiliriz. Evrenin, doğanın ve bunlara bağlı olan her canlının ve tabi ki insanın birlikte bir işleyişi olduğu gibi herkesin de kendi üstüne düşen bir görevi var. Konu inanç olduğu için şu ayeti örnek olarak verelim: “Aya erişmek güneşe yaraşmaz. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzüp gider.” (YâSîn, 40) İlginçtir ki, birçok konuda bilime işaret eden YâSîn suresini, vefat eden kişinin arkasından okumak ve üflemek toplumda gelenekselleşmiş ve bu durum Yaratıcı’nın aynı surede verdiği “diri olanı uyarsın” (ayet 70) ifadesini âdeta bastırmıştır. Tekrar vurgulayalım ki, aklı ve bilimi öne almak zorundayız. Kendimize, ailemize, evimize, yaşadığımız mahalleye, şehre ve neticede ülkeye sahip çıkmalıyız. Evren gerçekten boşluk kabul etmiyor; tıpkı temizlemediğiniz bir odayı örümcek ağlarının sarması gibi!
Biz, ülke insanı olarak ülkeye sahip çıkacak yönetici seçmiyoruz, seçileni kontrol etmiyoruz, baskı mekanizması kurmuyoruz, gelmekte olan felaketler karşısında hiçbir şey yapmayanların felaket sonrası din soslu inşa ve ihya çalışmaları sözlerine inanmaya devam ediyoruz. Yaşadığımız toprakları tanımıyoruz, tanıyanları dinlemiyoruz yani inanılmaz bir eksik ve açık kapı listesiyle yaşıyoruz ve bu açık kapılardan giren girene…
Elbette her canlının ya da cansızın bir süresi var; uçsuz bucaksız gezegenlerin bile. Bu; evrendeki işleyişin temel ögelerinden biri ancak beton yığınları altında kalanlara yaşatılan can pazarı bu işleyişin bir parçası değil…
Yüzyılın âfeti sayılabilecek iki büyük depremle baş başa kalan ve hayatını kaybedenlere rahmet, kederli yakınlarına başsağlığı ve sabırlar diliyorum.