Hevesini tanrı edinen
“Kur’an’ın sahibi, Muhammed peygambere ne dedi” başlıklı ilk yazımda; vahye göre 31. sırada yer alan Kıyamet/Diriliş suresinin, “Acele edip dilini kıpırdatma. Doğrusu, onu toplamak ve onu okumak Bize düşer. Biz onu okuduğumuzda, okunmasını izle. Sonra doğrusu, onu açıklamak Bize düşer.” (16-19) ayetlerini vermiş, Muhammed peygamberin görevinin, “Biz seni onlara bekçi göndermedik, sana düşen sadece duyurmaktır.” (Şûra /Danışma,48) şeklinde olduğunu ifade etmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti Devleti siyasal İslam’ın oyuncağı olmaktan kurtulmalıdır!” cümlesiyle de yazımı sonlandırmıştım. Hz. Muhammed’e doğrudan hitapların yer aldığı surelerle devam edelim…
Vahiy sırasına göre 34. sure, Kaf suresidir. Burada Muhammed peygambere, ibadetin temel ögesi hatırlatılır: “… Rabbini, güneşin doğmasından önce ve batışından önce överek yücelt. Gecenin bir vaktinde ve secdelerin artlarından Onu yücelt.” (ayetler,39-40) Toplumu ile arasındaki ilişki için de uyarılır: “… Sen onların üzerinde zor kullanacak değilsin…” (ayet,45)
Hem vahye göre hem de resmî dizilişte 38. sırada Sâd suresi yer almaktadır. Bu surede, doğrudan Hz. Muhammed’e hitap eden birçok ayet görmekteyiz. Örneğin, İsrailoğulları’na gönderilen ve Tevrat satırlarında çeşitli vesilelerle yer alan; “Allah’a yönelen Davud, şeytanın kendisine yorgunluk ve azap verdiği Eyüp, güçlü ve anlayışlı İbrahim, İshak ve Yakup, seçkin ve iyi kimselerden olan İsmail, Elyesa ve Zülkifl” peygamberleri anması söylenir. Yaratıcı için; “Allah’tan başka tanrı yoktur.” (ayet,65) cümlesini, Kur’an için de “Bu, ancak dünyalara bir hatırlatmadır.” (ayet,87) ifadesini tekrarlaması istenir. Surenin Muhammed Peygamber’e; “De ki” ile hitap eden ayetlerini okuyunca da akıllara; din/diyanet/mezhep/tarikat/cemaat adına ahkâm kesip dayatma içinde olanların -halk dilindeki ifadesiyle- “yatacak yerleri” konusu gelmektedir. Ayetleri görelim: “De ki: ‘Bu büyük bir haberdir, ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz. En üst âlemde olan tartışmalar konusunda bilgim yoktur. Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu, ben ancak açık bir uyarıcıyım.” (67-70) Bu ayetlerde geçen “üst âlemde olan tartışmalar” ifadesi, bazı meallerde “o yüce meclis”, “melekler yüksek topluluğu”, “yüce âlem” olarak geçmektedir. Bu çeviriler, üstün şuur boyutuna sahip olması muhtemel bir canlılar topluluğunun işareti olabilir mi sorusunu sorarak devam edelim. “De ki: ‘Buna karşılık sizden bir ödül istemiyorum. Ve kendiliğimden yükümlülük taslayanlardan değilim.” (ayet,86)
Muhammed peygamber, yaptığı uyarı görevine karşı ne ödül beklemiş ne de ücret istemiştir. Dünü çok ayrıntılı bilemesek de bugün onun adına konuştuğunu sananların “ödül ve ücret” şımarıklığına gark olduklarını biliyoruz. Dini kendine paravan yaparak çıkar sağlayanların ya da siyasal İslamcıların yaşantısını izlerseniz; karşınıza saraylar, rezidanslar, yurt içi-yurt dışı görkemli binalar, makamlar, kasalar-keseler, lüks taşıma araçları ve “bir kuş sütü eksik” türden sofralar çıkacaktır. Bunun için derin araştırma yapmanız da gerekli değildir, medya sayfalarında şöyle bir dolaşmanız yeterlidir.
İlginçtir ki, vahye göre bir sonraki A’raf/Yükseklikler (39. sure) suresi de benzer uyarılarla başlar, âdeta pekiştirme yapılmaktadır. Muhammed peygambere hitap şöyledir: “Bu, kendisiyle uyarman ve inananlara hatırlatma olması için sana indirilmiş bir kitaptır. Bunun için gönlüne bir sıkıntı gelmesin.” (ayet, 2) Toplumunu, Allah’a inanmaya çağıran Muhammed peygamberden şunu söylemesi istenir: “De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın. Doğrusu, benim velim, kitabı indiren Allah’tır. O, iyileri dost edinir. Onu bırakıp yakardıklarınız, kendilerine de yardım edemezler, size de yardım etmeye güçleri yoktur.” (ayetler,195-197)
Ancak bu ifadeler belli ki, “Müslüman’ım” diyen pek çoklarının üzerinde etkili olamamıştır. Kur’an’ın “Allah” kavramı kişinin ulaşabildiği, düşünebildiği ya da hissedebildiği son manevî nokta mıdır, bilemiyoruz ancak İslam dünyasındaki son noktanın maddiyat olduğunu görebiliyoruz. Yeri gelmişken, yedek subay olarak I. Dünya Savaşı’na katılan Falih Rıfkı Atay’ın ünlü eseri Zeytindağı’ndan; “kırtasiye ve maaş imparatorluğu” haline gelen Osmanlı’nın içine düştüğü durumu ve Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl kırıldığını anlatan kitaptan bazı satırları verelim. Şöyle diyor Atay; “Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur.” ve ilave ediyor: “Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.”
Vahiy sırasına göre 41. suredeyiz, yani ölülere okunan ancak “Biz ona şiir öğretmedik, ona yaraşmazdı. Bu bir hatırlatma ve apaçık bir Okuma’dır. Ki, diri olanı uyarsın…” (ayetler,69-70) diyen Yâ-Sin suresindeyiz. Ne var ki, Yaratıcı’nın bu uyarısı, vefat eden kişinin ardından Yâ-Sîn suresi okuma ve üfleme geleneğini önleyememiştir. Vefat eden kişi vesile kılınarak diriler uyarılmak isteniyorsa, o durumda da okunan metin, hitap edilen toplumun diliyle açıklanmalıdır. Yine soralım: İslam dünyası ve ülkemizdeki İslam anlayışı ne zaman, bâtıl yani “gerçeğe saçmalığı giydirmek” (Al-i İmran/İmran Ailesi,71) yerine, hanif yani “doğruya yönelen” (Bakara/Düve,135) olabilecektir?
Surenin 21. ayetinde; “Sizden bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” ifadesiyle yine “karşılık beklememek” konusuna değinilir. Kur’an’a göre peygamber hem Allah’ın elçisidir hem de toplumuna aydınlık sunandır. Ancak bu aydınlığı sunan peygamber de olsa, düzen değişikliği hemen kabul görmez, gerçekçi bulunmaz ve hatta reddedilir. Bu durum, maddeye öncelik veren toplumun yapısına da ışık tutacak şekilde şöyle ifade edilir: “Yoksa sen onlardan ücret istiyorsun da ağır bir borç altında mı kalıyorlar?” (Kalem, 46) Örtülü olarak değinilmek istenen, başkalarının değer yargılarına göre yol yürüyenlerin ödün vereceği ve gerçek aydınlığı getiremeyecekleridir.
Burada bir parantez açalım ve diyelim ki; çoğunluk geleneğin kabulüne teslim olsa da aydınlık uğruna ve gerektiğinde canıyla bedel ödeyerek sorumluluk alan kahramanlar da vardır. Devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk de karşılık beklemeden aydınlatan büyük bir kahramandır; toplumu kul gören tebaa zihniyetini kaldırmak için mücadele etmiş ve bir ulus bilinci yaratmıştır. Bu uğurda şehit düşen kahramanlar da “ücret istemeyenler” dir. Selam olsun, kadın ve erkek tüm kutlu şehitlerimize…
Ölülere okunmasında ısrar edilen Yâ-Sîn suresinin bir özelliği de; dönemin kültür ve davranış kodlarını içeren üslûp özelliğinin kullanılarak doğa olaylarının anlatılmasıdır. Güneşin ve ayın kendi yörüngelerinde yüzüp gittiği, ayın evreleri, gece ve gündüzün birbirlerini geçemeyecekleri, doğadaki/yaradılıştaki ikilik ya da karşıtlığın neticesinde yaş ağaçtan ateşin elde edilmesi gibi…
42. sureye yani Furkan/Ölçüt suresine gelince… Toplumu hem Muhammed peygamberi hem de Kur’an’ın indirilişini sorgulamaktadır. Gerekçeleri; peygamberin kendileri gibi yiyip içmesi, sokaklarda yürümesi, yanında bir melek olmaması, bir hazine ya da bostana sahip olmamasıdır ve “Eğer diretmeseydik, doğrusu, neredeyse bizi tanrılarımızdan uzaklaştıracaktı.” (ayet,42) derler. Vahyin sahibi de “düşündüklerini mi sanıyorsun” (ayet, 44) diyerek peygamberini uyarır. Burada toplumun getirdiği örneklere karşı vahyi gerçekleştireni -Kıyamet suresinin ayetlerinde olduğu gibi- “Biz” olarak okumaktayız. Şöyle denir: “İnkâr edenler, ‘Kur’an ona bir defada indirilmeli değil miydi’ dediler. Oysa Biz, onu senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz.” (ayet,32)
Diğer yandan Peygamber’in şikâyeti; “Elçi ‘Ey Rabbim! Doğrusu, ulusum bu Kur’an’ı umursamadı’ der.” (ayet,30) ifadesiyle verilir. Bu şikâyet de gösteriyor ki, Peygamber’in devrinde bile Kur’an görünüşte benimsenmiş ancak içselleştirilmemiştir. Bu durum belli ki sürmektedir yoksa siyasal İslam’la özdeşleşen yolsuzluk, ahlak dışılık, adaletsizlik ve dengesizlik gibi kavramları açıklamak mümkün değildir. Zaten surenin 43. ayeti, çağlar boyunca hangi ad altında olursa olsun din adına sergilenen, kabul gören ana damarın tarifini yapmaktadır. Yaratan, Muhammed peygambere hitaben şöyle der: “Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü? Onun savunucusu sen mi olacaksın?”
Ülkemiz adına konuşursak; her ne kadar Kur’an “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara/Düve, 256) dese de Türk milleti, “hevesini tanrı edinen” birilerinin dayatmaya çalıştığı bir düzenin içine doğru hızla itilmektedir. O nedenle toplum laiklik çatısı altında yönetilmekten taviz vermemelidir. Siyasiler de artık göklerde dolaşmayı; “kader/fıtrat” söylemleriyle ahiret müfettişliğini, “peygambere komşu olmak” gibi ahiret parselciliğini bırakıp yerin üstünde ve altında sürmekte olan elle tutulur dünyanın adaleti için çalışmalıdır.
Canan Murtezaoğlu