Biliyorsunuz belki bu söz, yani “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” sözü Mihri Belli’ye aittir!
Niye yoktur (?), Kemalizm nedir ki, Kemalizm’den sosyalizme nasıl bir yol gidiyor ki, bu arada “aşılmaz duvarlara” yer yok?
Aşağıdaki satırlar Mihri Belli’nin “İnsanlar Tanıdım-Anılar”ından... Önce bunu bir okuyalım. Sonra zaten bütün bu değerlendirmelerin, onun “Kemalizmden sosyalizme varan sosyalist kimliğinin” oluşması yolunda nasıl ortaya çıktığını kendi ağzından dinleyeceğiz!
(Sakın yanlış anlaşılmasın, bu satırları buraya Mihri Belli’yi eleştirmek, 'bakın o Kemalistti, gerçek solcu bizdik' havalarına girmek için falan aktarmıyorum. Çünkü, ne de olsa hepimiz aynı kökenden geliyoruz, tarihsel olarak aynı Jöntürk yetiştirme mekanizmasının ürünleriyiz! O'ndan -M. Belli’den- ayrılarak aynı zemin üzerinde başka bir fraksiyonu oluşturmamız bu gerçeği değiştirmiyordu! Yani öyle, 'M. Belli Kemalistti, gerçek solcu bizdik' falan diyerek işin içinden sıyrılıp çıkmak yok! Bu çalışma bir yasak savma, ya da kendini temize çıkarma çalışması değil! O tarihsel bir oluşumu kendi yaşantısıyla da örnekleyerek çok güzel açıkladığı için onun sözlerini buraya alıyorum.)
Aktolga, Türkiye’de bir dönem sol hareketin öncüleri arasında yer alan Mihri Belli’nin yazdığı yazılar üzerinden önemli tespitlerde bulundu ve Kemalizm ile sosyalizme dair farklı fikirler ortaya koydu.
Evet Mihri abiden okuyoruz: "Biz 1950’deki iktidar değişikliğini ‘karşı devrimci’ bir gidiş olarak nitelendirdik. Adım adım tezgahlanan bir karşı devrimdi bu...
... Bir dağa tırmanıyoruz, dağın doruğuna vardığımızda, insanın insan tarafından sömürülmesi olanağı ortadan kalkacak ve sosyalist düzen içinde Türkiye emekçisi gerçek mutluluğu tadacaktır. Tırmanıyoruz 1919’dan beri bu dağa. İlk tırmanış döneminde aşılması zor, büyük engeller var önümüzde. O engelleri aşıyoruz. İstiklal Savaşı’nı kazanıyoruz, siyasi bakımdan bağımsız bir ülke kuruyoruz. Sonra duraklamalar zikzaklar oluyor; gene de genel doğrultumuz doruk yönündedir. Bir noktaya varıyoruz, ayağımız kayıyor ve 1919’da bulunduğumuz noktaya yakın bir yere düşüyoruz. Bu düşüşü yükseliş sanmayalım... (Altını ben çizdim M.A)
... Atatürk’ün en büyük çabası, genç kuşaklara Türk milli gururunu telkin etmek olmuştur. Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmişlerdir sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa korkma! Er geç temel ilkelerde birleşirsin onunla. Er geç bu dünyada Türk olarak başı dik yaşamanın, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin dünya düzeninden silinmesiyle mümkün olabileceğini anlayacaktır.
Bunu ben kendimden bilirim. Bizim delikanlılığımızda biz, ‘Bir Türk dünyaya bedel’, ‘Ne mutlu Türküm diyene’ sloganlarını ciddiye alan bir kuşaktık. Uşak zihniyeti, komprador zihniyeti, ‘Amerikasız yaşayamayız’, ‘ya Amerikan uydusu, ya da Rus uydusu olmamız mukadderdir’ zihniyeti ezilmişti Atatürk Türkiyesi’nde. Ve işte Atatürkçü olarak, en derin bir milli gurur içindesin ve o havanla Batı’ya okumaya gidiyorsun. Batı’da Amerikan dünya hakimiyetiyle karşılaşıyorsun. İngiltere’nin imparatorluğu, dünyanın dörtte birini kapsıyor. Amerika kapitalist dünyanın en zengin ülkesidir. Bir Anglosakson dünya hakimiyeti var. Ve sen seziyorsun ki, bu dünyada, yeteneğin ne olursa olsun, Türk olarak senin kaderin, ikinci sınıf dünya vatandaşı olmaktır. Ve Anglosakson’un ve öteki emperyalist Batılı ülkeler vatandaşının kaderinde (sömüren metropolün insanı olduğu için), daha doğduğu günden başlayarak birinci sınıf dünya vatandaşı olmak yazılıdır. Sen milli gururla bunu kabul edecek misin, etmeyecek misin? Etmeyeceksin! Etmediğin anda da Anglosakson hakimiyetini yıkman gerek! Emperyalistlerin dünya hakimiyetinin, nasıl yıkılabileceğini düşüneceksin, düşünüyorsun. Ve sen, ezilen sömürülen bir Doğu ülkesinin evladı olarak sen, anlıyorsun ki, yalnız senin çabanla başarılamaz bu iş. Çok güçlüdür düşman. Müttefik arıyorsun. Kapitalist ülkelerdeki işçi hareketiyle ilgileniyorsun. Ve ancak dünya işçi hareketiyle senin milli bağımsızlık hareketin birleştiği anda, emperyalizmin üstesinden gelinebileceğini anlıyorsun; ve bu seni sosyalizme yöneltiyor. Dünya işçi hareketinin büyük ustalarının okumaya, öğrenmeye başlıyorsun. Ve sonunda kavrıyorsun ki, milli gururunu zedelememenin tek yolu, sömürüyü yalnız ulusal anlamda değil, sınıfsal anlamda da kaldırmaktır. Hayır, Kemalist ile sosyalist arasında aşılmaz bir duvar yoktur! Ben bunu kendimden bilirim."
Mihri abi olayı -kendisinin de içinde bulunduğu Jöntürk devrimciliği olayını- o kadar samimi bir şekilde anlatıyor ki, şu an bu satırlara ilave edecek hiçbir şey bulamıyorum!..
Düşünüyorum da, demek ki diyorum, mesele -gerçekliği kavrama meselesi- bizzat bizim kendimizle, kendi kimliğimizin de oluştuğu durduğumuz yerle ilişkiliymiş!..
Bütün her şeyin altında resmen bir aşağılık kompleksi ve bu tür duygulardan kaynaklanan milliyetçilik yatıyor! “Emperyalizm” anlayışının, “düşman” anlayışının, “milli-gayrı milli” (ve de “yerli-milli”!..) olma anlayışlarının altında yatan hep bu milliyetçi kompleks, başka hiçbir şey değil!.. Ve sonra da bu duygu -“biz istesek de bu saatten sonra onlar gibi olamayız” duygusu- ikinci kuşak Jöntürklerin ruhunu “sosyalist” olmaya -bu anlamda “devrimci” olmaya- yönlendiriyor!..
Mihri abi, “Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” derken aslında birinci kuşak Kemalist Jöntürklerle bizim gibi ikinci kuşaktan “sosyalist” Jöntürkler arasında, her iki kimliği de kendi içinde taşıyarak bütünleştiren bir kimliği temsil ediyordu!..
Bizlere, yani ikinci kuşak “sosyalist” Jöntürklere gelince...
"Burjuva devrimi" yaparak "Devlet’i kurtarmaya" çalışırken tarih sahnesine çıkan birinci kuşak Jöntürklerin, daha sonra nasıl aynı toplumsal kökene sahip “sosyalist devrimci” ikinci kuşak Jöntürkler haline dönüştüğünü, bu oluşumun ortaya çıkış diyalektiğini kavrayabilmek bende neredeyse bir ömür aldı!.. Neden mi? Çünkü, diğer yol arkadaşları gibi benim kendim de o zeminin içindeydim de ondan!! Olayları ve süreçleri kavrayarak açıklamaya çalışırken bilinç dışı olarak başvurduğun koordinat sisteminin merkezi hep kendin -kendi kimliğini de oluşturduğun toplumsal zemin- olunca, ondan sonra artık her şeyi ancak buna göre açıklayabiliyorsun! Çünkü, bu durumda açıkladığın o gerçekler sadece seni merkez alan, sana göre, senin de içinde bulunduğun zemine göre gerçekler olup kalıyor!
Bu, tıpkı suyun içindeki balıkların durumuna benzeyen bir durumdur! Hani o, “derya içredirler de deryayı bilmezler” sözü var ya, oradaki “balıkların”, bilinç dışı duygusal kimlikleriyle içinde varoldukları suyu bilmeleri, hele hele, onun dışında da varolan bir başka yaşam için çaba sarfetmeleri hiçbir şekilde mümkün değildir (Burada bir metaforun söz konusu olduğun anlıyorsunuz sanırım...) Çünkü, su onlar için bir varoluş zemini olarak, aynı zamanda, bu varoluşa ilişkin zaman-mekan boyutlu koordinat sisteminin durduğu yer de olduğundan, içinde yer alan varlıkların bilincini de belirlemektedir!..
İşte, yukardan aşağıya doğru “burjuva devrimi yaparak Devlet’i kurtarmaya” çalışan birinci kuşak toplum mühendisleri Jöntürklerin durumu da buna benziyordu. Onların bilinçlerini belirleyen içinde varoldukları Devletçi zemin olduğundan, amaçları hep içinde kimliklerini de oluşturdukları bu Devletçi zemini “kurtarabilmek” düşüncesi etrafında şekilleniyordu. Nasıl ki o balıklar su varsa vardır, su, onların varoluş ortamı-şartıdır, aynı şekilde, Jöntürk kimliği için de olmazsa olmaz olan su o Devlettir, Devlet’in varlığıdır. Çünkü her şey, kendileri de, ancak Devlet varsa vardı...
İşte, daha sonra, içinde bulundukları yolun -“Devlet’e bağlı bir kapitalizm yaratarak Devlet’i kurtarma” yolunun- aşağıdan yukarıya doğru gelişerek gelen anadolu kapitalizminin yaptığı basınç karşısında artık çıkmaz bir yol olduğunu gören birinci kuşak Jöntürkleri yeni bir arayış süreci içine sokan, onları, kulvar değiştirip metamorfoza uğratarak “sosyalist devrim yapma” yolunda ikinci kuşak Jöntürkler haline dönüştüren sürecin diyalektiği budur...
Dikkat ederseniz burada bütün mesele Devlet’i “çağdaşlaştırarak kurtarmayla” ilgilidir. Birinci kuşak Jöntürkler bunu “milli burjuva yaratarak” -“Devlet’e bağlı bir kapitalizm yaratarak”- başarmaya çalışırken, bu yolun bir sonuç vermediğini, Devlet’e bağlı kapitalizm yaratmaya çalışırken ortaya “Devlet düşmanı işbirlikçi bir kapitalizmin de” çıktığını gören ikinci kuşak Devletçi Jöntürkler, bu sefer rotayı “sosyalizme” döndürürler Niye? Çünkü orada da esas olan “Devlettir” de ondan! Madem ki amaç Devlet’i kurtarmaktır, o zaman mesele yoktur! Neymiş, “sosyalist devlet üretim araçlarının sahibiymiş”, e iyiydi ya işte, bizim Devletçilerin de istediği bu değil miydi!?
İşte, “Kemalizmden sosyalizme giden yolda arada aşılmaz duvarların bulunmadığı” söyleminin anlamı budur!.. İşte, benim bu gerçeği farketmeye başladığım 1973 Mart’ını takip eden günlerde, Sıkıyönetim Mahkemeleri’nden, “Devlet’e karşı mücadele ediyoruz derken ona hizmet ettik” diyerek feryad edişimin nedeni budur! Bütün bunları, sürecin nasıl buralara geldiğini çalışmanın ilerleyen bölümlerinde göreceğiz!..
Peki, aşılamaz olmayan bu
duvarlar nasıl aşılacaktı?
Tek yolu vardı bunun: Okumak! Sosyalist klasikleri okuyup hatmederek, Devlet’i sosyalist bir Devlet haline dönüştürmenin yollarını öğrenmek. Kemalist mi idin, çok basitti, Lenin’i, Mao’yu okuyarak çok kolay bir şekilde toplum mühendisi bir sosyalist haline dönüşebilirdin! Amaç, pozitivist bir anlayışla ideolojik-popülist söylemlerle tarihsel devrim mekanizmasının içini doldurmak, sonra da bir toplum mühendisliği aracı olarak bunu kullanmak olduktan sonra neden olmasındı ki! İşin özünde bir sorun olmadıktan sonra! Sen de 'Devletçilik, Devlet mülkiyeti' diyorsun o da!.. Geriye ne kalıyordu, konulacak ad mı?.. O önemli değildi, ister kapitalist olmayan yol denirdi, ister sosyalizm, önemli olan 'Devlet’in bekası' değil miydi?..
Söyleyin bana şimdi, Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz bir duvar var mıymış yok muymuş!?.. Ne olacak ki, ilk kuşak Jöntürkler nasıl daha önce burjuva devrimine ilişkin eserleri okuyarak, bunları içinde yaşadıkları toplumu değiştirmek için “bilimsel bir araç” olarak kullanmaya çalıştılarsa, bu sefer de “sosyalizmi öğrenerek”, “öğrenilen bu bilgilerle toplumu değiştirmeye çalışan” sosyalist bir toplum mühendisi haline gelinirdi olur biterdi (işte, pozitivizm denilen virüsün kullandığı mekanizma ve bilgi temeli budur)!..
Sosyalizmde mesele “burjuvaziyi altetmek değil miydi; tamamdı işte, senin meselen de zaten toplumun sırtında “karşı devrimci” bir ur gibi gelişen o “gayrı milli” “işbirlikçi kapitalizmi” yok etmek olduğuna göre, arada tam bir hedef birliği vardı! Ha, ne imiş, bu işi -“devrim yapma” işini- başka ülkelerde işçi sınıfı yapıyormuş?.. Tamam da, ya o işçi sınıfı bizim gibi ülkelerde henüz daha bu işi yapacak kadar “bilinçli” değilse!? (Görüyorsunuz, her şeyin kılıfı hazırdı!..)
Bunun hiçbir önemi yoktu! Çünkü "emperyalizm çağında bütün ülkelerde devrimin objektif şartları zaten vardı”! Bu nedenle mesele, "eksik olan sübjektif şartları tamamlamaktan" ibaretti!.. "İşçi sınıfına bilinci götüren zaten o sosyalist aydınlar” olduğu için, önce oturur sosyalizm denilen o ideolojik hedefi kendin öğrenirdin, sonra da, bir yandan bu bilinci “yukardan aşağıya doğru işçi sınıfına götürürken”, diğer yandan da, oturup ilanihaye onların bilinçlenmesini bekleyemeyeceğine göre(!) onları 'eylem içinde bilinçlendirme' yoluna girer, 'işçi sınıfına ideolojik öncülük yapmaya', eldeki vurucu güç olan asker-sivil aydın zümreyle işbirliği yaparak milli demokratik bir devrimden sosyalizme doğru ilerlemeye çalışırdın olur biterdi!.. Olay budur!..
Gerisi, “solcu” Jöntürk toplum mühendisleri arasındaki fraksiyon-strateji farklılıklarıyla ilgilidir!
Ha, bazıları, "önce işçileri, halkı bilinçlendirelim, onlar daha sonra devrimi parlamenter sistem içinde, aşağıdan yukarıya doğru oy verme mekanizmasını kullanarak kendileri yaparlar" derken, bazıları da, "hayır öyle olmaz, böyle olur" diyerek, "asker-sivil aydın zümre ile birlikte biz yolu açalım ki, daha ileriye-sosyalizme doğru gitmek mümkün" hale gelsin diyorlar, veya, bir başka fraksiyon da "işçilere öyle lafla bilinç falan götürülemez, bilinç ancak eylem içinde, silahlı propaganda aracılığıyla, hakim sınıfın aslında ne kadar güçsüz olduğunu onlara göstererek mümkündür, bu aşamada önemli olan ideolojik önderliktir" diyerek öne atılır...
Dikkat ederseniz bütün bu devrim anlayışlarında işin özü hep aynıdır: Varolan sistemin -üretim ilişkilerinin- içinde at koşturarak Devlet’e hakim olmak, bu şekilde politik iktidarı ele almak!.. Peki sonra? Sonrası kolay! Nasıl ki bir önceki Jöntürk kuşak Devlet’e bağlı bir kapitalizm yaratmaya çalıştıysa, sen de tutar, Devlet’e sahip olmanın verdiği gücü kullanarak özel mülkiyeti yok edip Devlete bağlı sosyalist bir düzen kurardın olur biterdi!..Ol hikaye bundan ibaretti!
Okunma Süresi: 10 dk
Rehine krizinde kadını yaralayan şüpheli etkisiz hale getirildi
#Asayiş / 24 Kasım 2024
24 Kasım Öğretmenler Günü'nde 20 bin öğretmen ataması yapıldı
#Eğitim / 24 Kasım 2024
Yorumlar
Yorum yapmak için, isterseniz giriş yapabilir veya kayıt olabilirsiniz.
*
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *