Kiras'ın makalesi Osmanlı’daki sınıf mücadelelerinin sistem açısından sahip olduğu paradigmayı Fatih'e kadar getiriyor... Ben de kısaca daha sonrasının altını çizmek istedim…
http://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/osmanlida-sehzade-kavgalari-parti-mucadelesiydi-6227
Evet, İbn-i Haldun diyalektiğine göre „tarihsel devrimci“ Osmanlı tipi Devletlerin ömrü 120 yıldı. Antika medeniyetleri alaşağı ederek doğan bu Devletler, gelişirler ve sonra da başlangıçta yok ettikleri antika yapıya benzemeye başlayarak yeni bir „tarihsel devrimci“ gücün vuruşuyla yok olur giderlerdi…
Dikkat ederseniz Timur’a kadar olan cürecin de özü budur… Timur gelir vurur ve dağıtır. Bu aslında I. Osmanlı Devleti’nin sonudur… Ama Timur kalıcı olmaz, onun gözü Hindistan’a kadar uzanan yoldadır. Daha sonra çeker gider… Bütün o adem-i merkeziyetçi akımları (Şeyh Bedreddinler’i falan) yok eden Osmanlı daha sonra II. Osmanlı Devleti olarak yeniden yükselmeye başlayacaktır… Ama işin özü gene aynıdır… Fatih dönemine gelince gene ya sil baştan hikaye yeniden yazılacak, ya da sistem kendi tarihsel devrimci silahını kınından çıkararak onu bir iç tarihsel devrim mekanizması olarak kullanıp kendini yeniden üretmeye çalışacaktır…
İstanbul’un fethinin Osmanlı açısından asıl önemi onun Bizans Devlet geleneğini üstlenmesi olur… Nitekim Fatih bir ara kendini 'Kaiser-i Rum' (yani Roma İmparatoru) olarak ilan etmeye kadar vardırır işi… Ve Merkezi Devlet’in önünde tehlike teşkil edebilecek bütün o uçbeyliklerini (o alpleri, gazileri) falan yok eder… Böylece İbn-i Haldun diyalektiğini durduracağını sanır…
Ama boşuna çabadır bunlar! 16. Yüzyılın ortalarından itibaren yeni bir süreç başlar. Ve sistem yeniden adem-i merkeziyetçi yönde gelişir...
Daha önce Fatih'in yaptığı merkezileşme hamlesi, günün koşulları altında III. Selim ve II. Mahmut'un "Batılılaşma" adı altında yeni tipten bir merkezileşme hamlesiyle devam edecektir... Bütün o "Tanzimat" falan bu sürecin ürünüdür... Osmanlı, "Batı
lılaşıyoruz" diyerek Batılı devletlere de şirin görünüp, "alın işte, biz de sizin gibi olmaya çalışıyoruz" mesajını verip, içerdeki ademi merkezileşme yolundaki muhalefeti yok etmeye çalışır. Tabi bunu yaparken "Kınez", "Kocabaş" adı altındaki gayrımüslim mahalli liderlere dokunmaz!.. Çünkü onlar hem Batılı devletlerin himayesi altındadır, hem de Osmanlı için bir tehlike teşkil etmezler. (Tanzimat'a kadar gayrımüslimler Müslüman olmadıkları sürece yönetime giremiyorlardı...) Ama ötekiler, yani Müslüman liderler bunlar tehlikeli idi.
"Eşraf", "Ayan" adı altında gelişen bu mahalli Müslüman liderlerin, derebeylerinin -yeni tipten feodallerin- zorlamasıyla II. Mahmut "Sened-i Ittifak'ı" imzalar (1806) Ama bundan kısa bir süre sonra da, Rus harbini bahane ederek Batılı uzmanların yetiştirdiği yeni bir ordu ile, önce, 1826 da bir gecede artık insanlaşmaya başlayarak Devletin başına bela kesilen Yeniçerileri yok eder; hemen bunun ardından da, Müslüman liderleri kılıçtan geçirerek onlara ait bütün mülkü "Müsadere" adı altında Devletleştirir. Toprakları Devletin kullarına- Reayaya dağıtır ( Osmanlı tarihinin ilerici Padişahı II. Mahmut’un ne büyük bir toprak reformu uygulayıcısı olduğunu görüyorsunuz!!) Böylece, ilerde Batı'da olduğu gibi feodalizmin içinde palazlanmaya başlayarak merkezi Devlete rakip olabilecek (giderek kapitalizme doğru evrilebilecek) bir potansiyel daha işin başında yok edilecektir…
Ama hikaye burada sona ermez! Devlet, daha sonra kendisine bağlı bir kapitalizm yaratarak Anadolu’da gelişmeye çalışan kendisine rakip bir kapitalistleşmenin önünü kesmeye çalışır, ama bütün bu çabalar da fayda etmez…
II. Mahmut’un kestiği o Müslüman mahalli liderler, önce II. Grup ve Serbest Fırka, 1950’lere varınca DP ve sonra da AK Parti’yle temsil edilerek siyaset sahnesine çıkan Anadolu burjuvalarının ta o zamanlara uzanan tarihsel kökleridir. Ama devletimiz, zaman içinde onların bugünkü uzantılarını kendi katillerine aşık ederek kendisine biad ettirmeyi başarır!
Kısacası, bütün o "Batılılaşma" adı altında yürütülen "Tanzimat" sürecinin özü Osmanlının merkezileşme hamlesidir... Tabi Osmanlı bu yola girince ötekiler de (adem-i merkeziyetçi unsurlar olarak o zamana kadar sistemin içinde yer alanlar da) milliyetçilik bayrağını açarak ayrılma sürecine girerler...
Bu mücadele ve ruh hali bugün bile halâ sürüyor... Bugünkü bütün o "bekaa" anlayışlarının altında yatan ruh halinin tarihsel kökleri de bu değil midir?
Bugünkü Osmanlıcılık bile aynı zeminde gelişmiyor mu? Bakın o da ilginç!
Bir yanda gene adem-i merkeziyetçiliği esas alan bir anlayış, diğer yanda ise milliyetçiliği bayrak edinerek yükselen bir merkezileşme dalgası... Bu ikili ruh halini her yerde içiçe görebilirsiniz... Başlangıçta "Beyaztürk" merkeziyetçiliğe karşı adem-i merkeziyetciliği savunan bir akım olarak gelisen AK Parti hareketi bile (Erdoğan'ın bu konuda videolarda kayıtlı, "Osmanlı'da "Lazistan, Kürdistan Eyaletleri vardı" diye başlayan söylemleri vardır...) daha sonra kendi içinde bu zeminde ayrışmaya başlamamış mıdır?..
Bunun da ötesinde, bugünkü küreselleşme süreci bile artık yerelden yönetimlere ağırlık veren- merkeziyetçi olmayan- bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmıyor mu?.."Tarihsel uzlaşma" zemininde yeni bir anayasa ile ulaşılacak olan "yeni Türkiye" hedefi de böyle bir paradigmadan kaynaklan mıyor mu?..