İdeoloji ne idi, isterseniz önce bir kere daha tarif edelim:
İdeoloji, sınıflı toplumlarda, toplumsal sınıfların, ya da kendisi de bir sınıflı toplum gerçekliği olan bir devletin, yaşamı devam ettirme mücadelesinde olaylara ve süreçlere, dış dünyaya, toplumdaki diğer sınıf ve tabakalara, veya başka toplumlarla olan ilişkilere kendi bireysel varoluş eksenini kendinde şey olarak, kendisi için varlığını- temel alan bakış açısıdır; dış dünyaya ve kendisine, kendi varoluş zeminine yerleştirdiği koordinat sisteminden baktığı zaman görünenlerin (ortaya çıkan düşünce ve fikirlerin) sistematize hale gelmesiyle ortaya çıkan paradigmal dünya görüşüdür...
Bilişsel işlemin üretim süreciyle birlikte, onun içinde ortaya çıktığını söylemiştik. Ürün, organizma nesne etkileşmesinin bir sonucu -sentez- olduğu için, üretim süreci, etkileşmeye katılan organizmanın ve nesnenin yanı sıra (tıpkı ana rahmindeki o çocuk gibi) üçüncü bir varlığı temsil eden yeni bir koordinat sisteminin daha ortaya çıkmasına neden oluyor. İşte, ideolojik kimliğin dışındaki bilişsel kimlik-benlik, sürece ürünü temel alan bu üçüncü koordinat sisteminden bakabilen benliktir (insan, üretirken, bu arada sürekli olarak kendini de -kendi kimliğini de- yeniden üretir).
Dikkat ederseniz, bu durumda bilişsel kimliğiyle insan artık varlığı kendinde şey olan bir mutlak gerçeklik olmaktan çıkıyor, hem kendisine, hem de kendi dışındaki olaylara ve süreçlere sadece kendisini -kendi nefsini- temel alan bir koordinat sisteminden değil, kendi dışında kollektif bir oluşum olan ürünü temel alan koordinat sisteminden bakmaktadır. Daha başka bir deyişle, bu durumda bilişsel kimliğimiz artık kendi içimizde oturan “bilim insanına” ilişkin bir kimliktir! Çünkü, tıpkı ata binmiş bir jokey gibi kendi içindeki hayvanla birlikte varolan insan, bilişsel kimliğiyle, olaylara ve süreçlere objektif olarak bakarak, onları “bilim insanı” gibi görebilen bir varlıktır.
Sanırım olay bütün açıklığıyla ortada!
Sınıflı toplumlar süreci içinde, ideolojiler ve inanç sistemleri bireylerin, toplumsal sınıfların ve devletlerin ergenlik çağı dünya görüşleri olarak, sistemin bilim insanı yanına özgü bilişsel işlem yapabilme yeteneğini bloke eden, bilişsel işlem yeteneğini ve bilişsel benliği-kimliği kontrol altına alan nöronal düzeydeki virüs programlar haline dönüşürler.
İşte bizim ideoloji dediğimiz nöronal programın özü budur...
Ama burada karşımıza çok ilginç-paradoksal bir durum çıkıyor:
İdeoloji yaratma, ve yaratılan bu ideolojiyi benimseme sürecinde kendisini “kendinde şey”-“mutlak gerçeklik” olarak görerek yola çıkan “ben” sonunda, “kendi iradesiyle yarattığı” o ideolojinin içinde birey olarak kendi varlığını da yok etmiş, bu anlamda kendini inkar etmiş olur!. Çünkü, bir sınıf, ya da devlet -ve bunların ideolojik kimlikleri- söz konusu olduğu zaman burada artık, bunların yanı sıra bir de özgür bireye ait bireysel varlığa-kimliğe yer kalmaz. Hangi türden olursa olsun bütün ideolojiler -ve inanç sistemleri- sonunda bireyi, bireysel varoluş iradesini kendilerine en büyük düşman olarak görüp onu yok ederek gelişmeye çalışırlar. Onlar için, birey yoktur artık, sınıf, ya da devlet vardır. Birey, ait olduğu sınıfın ya da devletin varlığının içinde kaybolmuş gitmiştir. Ama o -yani birey- bu işi ideolojiyi benimseme sürecinde “kendi iradesiyle”de yapıyor göründüğü için, bu “yok oluş” onda “kendini feda etmek” bilinci şeklinde gerçekleşir!.. Aynı durum dinsel ideolojiler -ve inanç sistemleri- için de geçerlidir. Bu durumda da gene birey o büyük tanrısal iradenin içinde varlığının hiçbir değeri olmayan bir “kul’dan başka bir şey değildir!.. İşte size ideoloji.. ve de, bireyin ideolojik bir dava uğruna “kendini feda edişinin” (nörobiyolojik temelleriyle birlikte) diyalektiği!
Olayın (ideoloji olayının) pozitivist -popülist- dünya görüşüyle olan ilişkisine gelince...
Bireyi yok ederek kendilerine alan açmaya çalışan bütün ideolojiler, son tahlilde, pozitivist dünya görüşüne zemin teşkil ederler ki, bu da pratikte karşımıza toplumu yukardan aşağıya doğru değiştirmeye yönelik 'sol' ya da 'sağ' popülizme dayanan bir toplum mühendisliği faaliyeti olarak çıkar! Çünkü daha başka bir deyişle ideoloji, toplum mühendisliğine yol gösteren hazır nörolojik programdan başka bir şey değildir...
Bilgi Toplumuna giden yolda ise artık hiçbir ideoloji için “kendini feda etmeye” gerek yoktur!..
Çünkü artık küreselleşme süreci ideolojiler çağını sona erdirerek bilgi toplumuna giden yepyeni bir yol açmıştır... Eskiden ulus devletin kanatlarının altında gelişerek onun açtığı ideolojik yolda dünyanın paylaşılması mücadelesi içinde yol almaya çalışan sermaye, şimdi artık tıpkı kabuklarını delerek uçup giden o ipek böceği kurtçuğu gibi, ulus devleti ve onun milliyetçilik adı verilen ideolojik kabuklarını sırtından atarak dünyanın dörtbir yanına gitmeye-yayılmaya çalışmaktadır... 21.yüzyıl’a yön veren ve günümüz siyasetini de şekillendiren sürecin diyalektiği bundan ibarettir. Öyle ki, bugün bu gerçeği görmeden başka hiçbir şeyi görmek ve anlamak mümkün değildir!..
Dikkat ederseniz, bütün bu süreçleri de tetikleyen ve devam ettiren tek bir faktör var artık ortada: Daha iyi kalitede malları daha hızlı ve ucuza üretebilmek!.. Bunun yolu ise sürekli yeni bilgiler üretebilmekten geçiyor... Olay bu kadar basit!..
Eğer bunu başarabiliyorsanız dünya pazarlarında yer tutabiliyorsunuz, başaramıyorsanız, arkanızda 20. Yüzyıl kalıntısı dünyanın en güçlü ulus devleti bile olsa başarı şansınız yok demektir!. Yani öyle, ulus devletin zoruyla -ideolojik ikna gücüyle- ya da dinsel ideolojileri falan kullanarak -“dava uğruna kendini feda edip kefen giyerek”- yola çıkıp mal satamazsınız artık kimseye!.. Kimse bir buzdolabının, ya da cep telefonunun Müslüman bir ülke tarafından mı, yoksa en güçlü orduya sahip ülke tarafından mı üretildiğine bakmıyor!! Çünkü dünya artık güçlü ulus devletlerin nüfuz bölgeleri yaratarak kendi aralarında paylaştıkları o eski dünya değil!.. Yeni bilgiler üreterek daha iyi kalitede malları daha ucuza üretebiliyor musunuz, soru budur artık!.. Ancak o zaman bütün kapılar size açılıyor!..